Bazen küçücük bir olay iç sistemimizi altüst eder. Bir toplantıda sözünüz kesilir. Birisi size inanmaz. Bir hakkınız sessizce elinizden alınır. Başkaları bu anları sıradan görür. Ama sizde bir şey uyanır. Sanki içinizde çoktan unutulmuş bir sitem dile gelir: “Yine mi kimse benim yanımda değil?” Bu ses, bugün konuşan yetişkin haliniz değil. Bu, bir zamanlar adaletsizliğe uğradığında susturulan, yalnız bırakılan, görmezden gelinen çocuk yanınız olabilir.
Adalet Duygusu Nerede Başlar, Nerede Eksilir?
Adalet ihtiyacı yalnızca toplumsal değil; aynı zamanda duygusal bir ihtiyaçtır. Çocuklukta bir yetişkinin sizi dinlemesi, duygunuza saygı göstermesi, bir haksızlık karşısında sizin tarafınızı tutması… Bunların her biri, “Ben değerliyim, korunurum, güvendeyim” hissini inşa eder. Ancak bu temel ihtiyaçlar tekrar tekrar karşılanmadığında, zihnin derinliklerinde adaletin kırılmış bir formu yerleşir. Birey, hakkını aradığında cezalandırılmışsa, sustuğunda sevilmişse, duygusunu dile getirdiğinde alay edilmişse… içsel inançlar gelişir: “Benim duygularım geçerli değil.” gibi.
Bu inançlar, hayatın ilerleyen yıllarında her yeni adaletsizlikte yeniden uyanır. Bugünün kırgınlığı, dünün susturulmuşluğu ile birleşir. Bu yüzden bazı durumlar, “orantısız” tepkiler yaratır. Aslında orantısız değildir. O tepki sadece o ana değil, benzer onlarca ana verilen duygusal cevabın toplamıdır.
Metafor: Bozuk Bir Tartıyla Yaşamak
İç dünyamızda, yaşadıklarımızı tartmak için kullandığımız görünmez bir ölçü vardır. Kimi zaman ne kadar kırıldığımızı, ne kadar haksızlığa uğradığımızı ya da ne kadar hak ettiğimizi bu tartıyla ölçeriz. Fakat çocukken sürekli görmezden gelinmek, suçlanmak ya da haksızlığa uğrayıp yalnız bırakılmak bu tartının ayarını bozar. Tartı artık doğru ve sağlıklı bir biçimde ölçemez hale gelir.
Yetişkinliğimizde; bir söz, bir bakış, bir adaletsizlik karşısında ya aşırı hassas/uyarılmış ya da tamamen tepkisiz kalırız. Oysa sorun bizde değil, elimizdeki tartının çocukken bozulmuş olmasındadır.
Bazı Olaylar Neden Bu Kadar Yoğun Tetikler?
Beyin, yaşanmış olayları sadece bilgi olarak değil; o olaylarla birlikte hissedilen duyguları, bedensel tepkileri ve düşünce kalıplarını da birlikte kaydeder. Bu bütünsel kayıt sistemi, zamanla bir duygusal iz ağı oluşturur. Bugün yaşanan bir haksızlık, yalnızca o anın değil, geçmişte bastırılmış duyguların da taşıyıcısı haline gelir. Her olay, eski izleri yeniden canlandıran bir tetikleyiciye dönüşebilir.
Bu durum, kişinin dış dünyayla ilişkisini karmaşıklaştırır. Ne zaman “sınır koymalıyım?” sorusu, “ya yine yanlış anlaşılırsam?” korkusuyla iç içe geçer. Çünkü kişi, sadece bugünü değil, geçmişin yankılarını da taşır.
İçsel Adalet Nasıl Kurulur?
İçsel adalet, kişinin duygularına karşı geliştirdiği saygıyla başlar. Bir olay yaşandığında “benim buna verdiğim tepki fazla mı?” diye sorgulamak yerine, “bu duygu bana ne anlatıyor?” diye sormak yeni bir kapı açar. Bu süreç sadece zihinsel farkındalıkla değil, duygusal ve bedensel deneyimlerle bütünleştiğinde dönüşüm başlar. Zihnin derinlerine gömülmüş tepkiler, anlam kazandıkça yumuşamaya başlar. Artık sadece savunmak değil, anlamak mümkün hale gelir.
Ve en önemlisi: kişi, kendisiyle yeniden güven kurmaya başlar. Bozuk tartının yerine, daha hassas, daha adil bir ölçüm sistemi gelişir.
Son Söz: En Derin Adalet, İçimizde Başlar
Her adaletsizlik duygusu, bize geçmişten kalan bir yerin hâlâ hassas olduğunu fısıldar. O yer iyileşmek değil, önce anlaşılmak ister. Ve bazen, bir başkasının “haklısın” demesinden çok, bizim kendi içimizde “evet, bu duygun anlaşılmayı hak ediyor” diyebilmemiz gerekir.
Çünkü adalet yalnızca dışarıda aradığımız bir hakнова değil; içeride kurduğumuz bir denge, bir öz saygı, bir onarım sürecidir. Bazen en derin adalet, kendi duygularımıza hak verdiğimizde başlar. Ve o zaman içimizdeki çocuk, ilk kez gerçekten duyulmuş olur.