Modern toplumlar olarak adlandırdığımız günümüz yaşantısında suç gözle görülür bir oranda ivme kazanmıştır. Modernleşme, insan hayatına çeşitli avantajlar sunmasıyla beraber çeşitli sorunları da beraberinde getiriyor: Yabancıya güvensizlik hissi. Bu his, yabancı, içimizden olmayana karşı endişe, korku ve bazen de nefreti getiriyor. Bunların olduğu toplumda sağlıklı bir iletişim olamayacağı aşikâr bir gerçektir. Suç işte tam bu noktada doğuyor. Normal dışı bir davranış da olan suç olgusu, ilk insandan bu yana en büyük problemlerden birisidir. Toplum tarafından onaylanmayan tutum ve davranışların hukuki karşılığı “suç” olarak tanımlanır. Bu makalede hukuksal bakış açısından değil, suçun psikolojik yansımasından bakılacaktır. Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisinde güvenlik, fizyolojik ihtiyaçlardan sonra gelen temel bir psikolojik gereksinimdir. Kişi ancak bu güvenlik ihtiyacı karşılandığında diğer ihtiyaçlara yönelebilir. Suç ise bu güvenlik duygusunu zedeleyerek bireyin hem fiziksel hem zihinsel dünyasında tehdit oluşturur. Bu nedenle suçun, insanın temel ihtiyaçlarını sekteye uğratan bir olgu olarak ele alınması; güvenlik ve önleyici sistemlerin etkin işlemesi açısından kritik öneme sahiptir. Bir ülkede adalet sistemine duyulan güven, toplumsal barış ve güvenliğin temelini oluşturur. Ceza adalet sistemi, toplumun değer ve beklentilerini göz ardı edemez; çünkü hukuk, toplum içindir. Halk, bir suçun failiyle adalet sağlanmadan karşı karşıya gelmek istemez. Ayrıca adaletin etkinliği, kararların makul sürede verilmesine bağlıdır; “geç gelen adalet, adalet değildir” sözü bu durumu özetler. Bu nedenle adaletin zamanında ve etkili şekilde işletilmesi, yöneticilere ve politikacılara önemli sorumluluklar yükler. Hukukun egemen olduğu bir yönetim, halka da adaletli uygulamalarla yansır. Çünkü adaletin olduğu yerde zulme yer kalmaz; adalet, bireyde güven duygusunu besler. Bir diğer bakış açısına göre, insanlar arasındaki dostluk temelli ilişkiler güven duygusunu besler. Bu karşılıklı güven, ilişkilerin daha sağlam ve uzun ömürlü olmasına katkı sağlar.
Suçun Psikolojik Temelleri: Bireyin İçsel Dünyasına Yolculuk
Suç davranışını anlamak, yalnızca dışsal koşullara değil, bireyin içsel dinamiklerine de odaklanmayı gerektirir. Bu bağlamda sosyal öğrenme kuramı, bireyin suç teşkil eden davranışları çevresinden doğrudan gözlemle ya da dolaylı yollarla öğrenebileceğini öne sürer. Özellikle saldırganlık, aile ortamı, sosyal çevre ya da medya aracılığıyla model alınarak edinilebilir. Davranışın ödüllendirilmesi —örneğin maddi kazanç, akran onayı ya da statü kazanımı— bu eğilimi pekiştirir ve süreklilik kazandırabilir. Bu durum, çete veya grup hâlinde işlenen suçlar için önemli bir açıklama sunar. Bir diğer psikolojik yaklaşım ise benlik kontrolü düzeyi ile suç eğilimi arasındaki ilişkiye işaret eder. Çocukluk döneminde ebeveynlerin tutumu, çocuğun davranışlarına yönelik sınır koyma biçimi ve yönlendirici müdahaleleri, bireyin benlik kontrolünü inşa etmesinde belirleyicidir. Bu kontrol duygusu yaklaşık sekiz yaş civarında yerleşir. Erken dönemde yaşanan aksaklıklar, ilerleyen yaşlarda bireyin dürtülerini denetleme kapasitesini zayıflatabilir. Araştırmalar, düşük benlik kontrolünün suça yönelimi anlamlı ölçüde artırdığını ortaya koymaktadır. Suç davranışlarıyla ilişkili bazı kişilik özellikleri araştırmalarda ele alınmıştır. Dışa dönük bireylerin çevresel uyarıcılara daha açık olduğu ve olumsuz sonuçlardan daha az etkilendikleri düşünülmektedir. Tutukluların kişilik testlerinde psikotizm, nörotizm ve dışadönüklük puanları genellikle yüksektir. Dürtüsellik ise bazı suç türlerinde etkili bir faktör olarak görülür. Erken dönem risk faktörleri arasında fiziksel saldırganlık, hayvanlara zarar verme, düşük zekâ, yetersiz bilişsel gelişim ve hiperaktivite yer alır. Ancak kişilik ile suç arasında doğrudan ve net bir ilişki kurmak zordur. Vicdanlılık ve uyumluluk gibi özelliklerin suçla negatif yönde ilişkili olduğu, antisosyal gibi özelliklerin ise genetik yatkınlık taşıyabileceği (yaklaşık %50 oranında) belirlenmiştir.
Aile, Eğitim ve Medyanın Rolü: Suçun Görünmeyen Tetikleyicileri
Suç davranışının oluşumunda bireysel faktörlerin yanı sıra aile yapısı, eğitim ortamı ve medya etkisi gibi sosyal çevre unsurları da belirleyici rol oynamaktadır. Bu etkenler çoğu zaman doğrudan gözlemlenemeyen ama bireyin davranışlarını derinden etkileyen tetikleyiciler olarak karşımıza çıkar. Aile, bireyin ilk sosyalizasyon alanı olması nedeniyle suça eğilimin şekillenmesinde kritik bir faktördür. Duygusal ihmal, aile içi şiddet, tutarsız disiplin anlayışı, ebeveyn ilgisizliği ya da aşırı baskı gibi faktörler çocukta güvensizlik, öfke ve sınır sorunlarına yol açabilir. Ayrıca aile bireylerinden birinin suça karışmış olması, çocuğun suça karşı duyarsızlaşmasına ve suç davranışını model almasına neden olabilir. Eğitim ortamı da bireyin suçla ilişkisini etkileyen önemli bir yapıdır. Okul başarısızlığı, dışlanma, öğretmenlerle olumsuz etkileşimler veya akran zorbalığı gibi durumlar bireyin okula ve topluma olan aidiyet hissini zayıflatabilir. Bu kopuş, özellikle ergenlik döneminde bireyi suça yönlendirebilecek riskli gruplara ve davranışlara açık hâle getirebilir. Medya ise suçun görünmeyen ama güçlü bir besleyicisi olabilir. Özellikle şiddet içerikli diziler, filmler ve dijital oyunlar bireyde şiddetin normalleşmesine yol açabilir. Suçun ödüllendirildiği ya da kahramanlaştırıldığı medya içerikleri, özellikle gelişim çağındaki bireyler üzerinde model alma yoluyla olumsuz etkiler yaratabilir. Bu üç temel sosyal yapı —aile, okul ve medya— bireyin değer sistemini, benlik algısını ve sosyal davranışlarını şekillendirir. Dolayısıyla, bu alanlarda yapılan yapıcı düzenlemeler, suçun önlenmesi açısından koruyucu ve önleyici işlev görebilir.
Güven Duygusu Neden Zayıflıyor?
Güven, hem bireyler arası ilişkilerde hem de toplumsal düzeyde sağlıklı bir yaşamın temelini oluşturur. Ancak günümüz toplumlarında bu duygu zayıflamakta; yerini kaygı, şüphe ve mesafeli tutumlara bırakmaktadır. Peki bu kırılmanın temelinde ne yatıyor? Günümüzde artan bireysellik, insanları kendi yaşamlarına odaklanmaya yöneltmiş, bu da toplumsal dayanışmayı ve derin sosyal bağları zayıflatmıştır. İlişkiler daha yüzeysel ve geçici hâle gelirken, sosyal destek sistemleri de giderek çökmektedir. Bu durum, karşılıklı güveni olumsuz etkilemektedir. Öte yandan, sosyoekonomik adaletsizlikler ve eşitsizlik algısı, toplumun bazı kesimlerinde dışlanmışlık ve haksızlığa uğrama duygusunu güçlendirmektedir. Adaletin herkese eşit işlemediği inancı, bireylerin hem devlete hem de birbirlerine olan güvenini sarsar. Ayrıca, artan suç ve şiddet olayları, insanları daha temkinli ve korumacı davranmaya zorlamaktadır. Medyada sürekli olarak karşılaşılan olumsuz haberler de tehdit algısını besleyerek, güvenin yerini korkuya bırakmasına yol açar. Tüm bu unsurlar bir araya geldiğinde, bireylerin hem kendilerine hem de çevrelerine duyduğu güven azalmakta; bu da toplumsal bütünlüğü ve huzuru tehdit etmektedir. Bu nedenle güven duygusunun yeniden inşası; güçlü sosyal bağlar, adalet duygusunun tesisi ve psikolojik destekle mümkündür.
Sonuç: Suç Dalgası Mı, Yardım Çığlığı Mı?
Sonuç olarak, suçun artışı yalnızca bireysel sapmalarla değil, toplumsal, psikolojik ve yapısal sorunlarla da yakından ilişkilidir. Suç, kimi zaman bir saldırı değil, duyulmayan bir yardım çığlığıdır. Bu nedenle bireyi anlamaya, güven duygusunu yeniden inşa etmeye ve adalet sistemini güçlendirmeye yönelik bütüncül yaklaşımlar, toplumsal iyileşme için gereklidir.