Çarşamba, Ekim 1, 2025

Haftanın En Çok Okunanları

Son Yazılar

Freud ve Diğerleri

Psikanaliz, insanı yalnızca düşünen bir varlık olarak değil; bastırmaları, arzuları ve çatışmalarıyla örülmüş bir derinlik olarak anlamaya çalışır. Aklı açıklamak için deliliğe, bilinçli olanı anlamak için bilinçdışına bakar. Gördüğünü değil, görüntünün altında saklı olanı anlamaya çalışır. Bastırılmış bir arzunun dil sürçmesinde kendini ele verişi, simgeleşmiş bir korkunun düşte belirip gündelik olanı aşındırması, bir davranışın altında tarihsel bir yankının titreşmesi… Freud’un kurduğu bu yapıda ruhsal aygıt, dürtüsel çatışmaların alanıdır. İd’in ısrarı ile süperegonun yasası arasında salınan egonun dengesi, her zaman kırılgandır. Çünkü dürtü—içsel gerilimin dışa yönelimi—yalnızca tatmin aramaz; aynı zamanda simgeleşir, engellenir, dönüştürülür. Bu dönüşüm, çatışmanın ve nevrozun zemini olur.

Ego’nun çabası, bu gerilimi düzenlemeye yöneliktir; ama düzen her zaman sağaltmaz. Ruhsal aygıt, bazen dengesini korumak için bastırır, bazen de çatlağın içinden dışavurur. Freud’un nevroz tanımı, yalnızca bir semptom değil, bir ifade biçimidir. Tıpkı unutulan bir anının rüyada biçim değiştirerek geri dönmesi gibi, dürtü de doyurulmadığında başka bir kapıdan içeri girer.

Adler ve Ruhsal Yönelim

Bu kapılar, Freud’dan sonra başka yönlere de açıldı. Alfred Adler için ruhsal yaşamın temel çatısı dürtü değil, amaçtır. İnsan yalnızca geçmişin esiri değil, geleceğe yönelen bir varlıktır. Adler’in “aşağılık duygusu” kavramı, bireyin kendisinde algıladığı eksikliklerle başa çıkma çabasının taşıyıcısıdır. Bu eksiklik, bir kusur değil; harekete geçiren bir dinamik olarak işler. Birey, kendi bütünlüğünü tamamlamaya, biricik ekseni etrafında varlığını anlamlandırmaya çalışır. Bu çaba, toplumsal alanla ilişki kurdukça güç kazanır. Freud’un içe dönük yapısına karşılık Adler’in öznesi, ötekinin bakışıyla yön bulur.

Jung ve Arketipsel Bilinçdışı

Carl Jung ise psikanalizi daha da derinleştirerek, bireyin içsel çatışmalarını kolektif bir zemine yerleştirir. Bilinçdışı yalnızca bireysel bastırmalardan ibaret değildir; insanlığın ortak simgeler evreni olan kolektif bilinçdışı, tüm psişik yaşamın altında sessizce akan bir nehir gibidir. Jung’un “arketip” kavramı, bu evrensel imgeleri tanımlar: anne, kahraman, gölge, bilge ihtiyar… Her birey bu imgelerle bir şekilde karşılaşır. Ve her karşılaşma, kendilikte yeni bir çatlağı ya da yeni bir açıklığı işaret eder.

Jung’un “gölge” kavramı, bastırılmış ya da yüzleşilmemiş yanların temsilidir. İnsan, gölgesiyle karşılaşmadıkça bütünleşemez. Bireyleşme süreci, yalnızca bilinçli kimliğin değil, bilinçdışı öğelerin de tanınmasıyla mümkündür. Bu tanıma, bir çözülme değil; daha sahici bir örgütlenmeye geçiştir. Jung’un öznesi, simgesel alanın çok katmanlılığı içinde, anlamla karşılaşmanın peşindedir.

Erikson’un Gelişim Kuramı

Erik Erikson, bu içsel süreci zamansal olarak genişletir. Freud’un psiko-seksüel gelişim evreleri yerine, yaşam boyu süren sekiz psikososyal evre önerir. Her evre, belirli bir varoluşsal çatışma barındırır: güvene karşı güvensizlik, kimliğe karşı rol karmaşası, üretkenliğe karşı durgunluk… Birey bu çatışmalarla yüzleşerek gelişir. Bu yaklaşım, kimliğin sabit değil; tarihsel, sosyal ve ilişkisel olarak örüldüğünü savunur. Ruhsal bütünlük, sabit bir özden değil; yeniden yapılanan bir anlatıdan doğar.

Horney ve Kadınlığın Gölgesi

Karen Horney, Freud’un kadın cinselliğine dair biyolojik açıklamalarını sorgular. Penis kıskançlığı, ona göre yapısal bir gerçeklik değil; patriyarkal kültürün kadın bedeni üzerindeki tahakkümünün psikanalize sızmış bir yansımasıdır. Horney, kadınlığın eksiklikle değil, tarihsel olarak kurgulanmış bir ikincillikle tanımlandığını söyler. Bunun karşısına “rahim kıskançlığı” kavramını ortaya koyar: Erkekler, kadının doğurganlık yetisine, bedensel bütünlüğüne ve içsel üretkenliğine yönelik gizli bir imrenmeyle şekillenir. Horney için, bireyin temel çatışması toplumsal bağlamdan ayrı düşünülemez. Temel kaygı, yalnızlığa ve terk edilmeye dair çocukluk deneyimlerinin, yetişkinlikteki ilişkilenme biçimlerine sızmasıdır.

Sullivan ve Kişilerarası Alan

Harry Stack Sullivan, bireyin ruhsal yapısını kişilerarası ilişkiler temelinde düşünür. “Benlik” dediğimiz şey, ötekilerin bakışıyla kurulan, ilişkilerde yankı bulan bir yapıdır. Kendilik sistemi, çocuklukta diğerlerinin onayını alarak şekillenir. Ruhsal rahatsızlıklar da bu sistemin bozulmasıyla ortaya çıkar. Sullivan’ın yaklaşımında birey, izolasyon içinde tanımlanmaz; her zaman bir ilişki ağı içinde düşünülür. Bu, Freud’un içsel çatışma modelinden öte, ilişkisel bir kurguya geçiştir.

Fromm ve Sahte Benlikten Gerçeğe

Erich Fromm ise psikanalitik düşünceyi tarihsel ve ideolojik bağlamda yeniden kurar. Freud’un dürtü teorisini, insanın kültürel koşullanmışlıklarını dışarda bıraktığı gerekçesiyle eleştirir. Fromm’a göre, modern birey kendi içsel potansiyelini gerçekleştirmekten çok, dışsal başarılarla özdeşleşmiş bir “sahte benlik” geliştirir. Kapitalist toplum, insanı özgürleştirirken aynı anda yabancılaştırır. Sevme kapasitesi, üretkenlik ve köklü aidiyet duygusu bu yabancılaşmayı aşmanın yollarıdır. Fromm’un “sahip olmak mı, olmak mı?” sorusu, yalnızca etik değil, varoluşsal bir tercihin ifadesidir.

Sonuç

Bu düşünürlerin her biri, psikanalizin haritasını yeniden çizdiler. Freud’un iç dünyaya açtığı tünelleri genişleterek, sosyal, kültürel ve tarihsel boyutlarla derinleştirdiler. İnsanı yalnızca dürtülerinin değil; ilişkilerinin, anlam arayışlarının, kaygılarının ve tarihsel koşullarının taşıyıcısı olarak yeniden düşündüler. Bu, yalnızca kuramsal bir genişleme değil; insanı tanımaya dair daha karmaşık, daha kırılgan ve daha bütünlüklü bir çabanın ifadesidir. Ve belki de bu yüzden, psikanaliz artık tek bir sesle değil; çok sesli, çok katmanlı ve zaman zaman birbirine itiraz eden bir koroyla konuşur. Ama her sesin içinde hâlâ aynı yankı duyulur: İnsanı anlamak, önce görmediğini görmeye çalışmaktır.

Ayça Saygı
Ayça Saygı
Ayça Saygı, Ege Üniversitesi Psikoloji Bölümü lisans eğitimini yüksek onur derecesiyle tamamlamıştır. Lisans sürecinde çeşitli kurumlarda klinik gözlem ve uygulama yaparak psikoterapi süreçleri üzerine deneyim kazanmıştır. Şu anda, Psikoterapi Evi’nde Klinik Psikolog Ahmet Metehan Er’in süpervizyonunda, Bilişsel Davranışçı Terapi ve Çözüm Odaklı Terapi yaklaşımlarını benimseyerek çalışmalarına devam etmektedir. Psikanaliz ve sinemanın kesişiminde ruh sağlığını ve ruhsallığı keşfetmeye odaklanıyor. Psikolojiye sadece teorik bir perspektiften değil, felsefe ve sanat gibi disiplinlerle iç içe yaklaşmayı önemsiyor. Yazılarında psikolojik derinliği günlük hayatla buluşturmayı ve okurlarına düşündürücü bir alan açmayı hedefliyor.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Popüler Yazılar