Terapide sıkça karşılaşılan yanılsamalardan biri, sürecin kişinin hayatına sihirli bir değnek gibi dokunarak ona içsel huzur getireceği beklentisidir. Popüler kültür ve sosyal medya, terapiyi çoğunlukla rahatlatıcı, dinginleştirici bir süreç olarak sunar. Oysa gerçeklik bundan çok daha karmaşıktır. Terapi, çoğu zaman içsel çatışmalarla yüzleşmeyi, bilinçdışı savunmaları çözmeyi ve kişinin kendi kırılganlığına temas etmesini gerektirir. Bu süreçte kişi zorlanabilir, direnç gösterebilir ve gelişme gösteremediğini düşünebilir. Ancak bu deneyimler, terapi sürecinin doğal ve hatta gerekli parçalarıdır. Tam da bu noktada birey bir cesaret daha göstermelidir ki, o küçük ama zorlu tepeyi aşabilsin ve içsel dönüşüm için alan açabilsin. Bu yazıda, terapide huzur beklentisinin ne ölçüde bir yanılsama olduğu psikanalitik bakışla ele alınacak; bu yolculuğun neden her zaman huzur değil, bazen de derin rahatsızlık ve yüzleşme içerdiği tartışılacaktır.
Terapi sürecine dair yaygın beklentilerden biri, danışanın kısa sürede huzur bulacağı, sorunlarının hızla çözüleceği ve sürecin bir tür “duygusal arınma” sağlayacağı yönündedir. Bu beklenti, sadece bireyin acıdan kaçma eğiliminden değil; aynı zamanda toplumsal temsillerin, medyanın ve öz bakım kültürünün “terapi = iyileşme = rahatlama” denklemine indirgenmesinden de kaynaklanır. Oysa psikoterapi, özellikle psikanalitik yaklaşım ve varoluşçu yaklaşımlar temel alındığında, kişiye rahatsız edici gerçekliklerle yüzleşme alanı sunar. Terapide rahatlama değil; sorgulama, kaygı, direnç ve duygusal çözülmeler daha olasıdır. Psikanaliz, bu anlamda terapinin yüzeydeki huzur arzusunu değil, bireyin bilinçdışına bastırdığı materyallerle temas etmesini hedefler. Jacques Lacan’ın “Gerçek” (le Réel) kavramı, tam da bu teması işaret eder: Temsil edilemeyen, adlandırılamayan, ama bireyin varoluşunu kesintiye uğratan şey (Lacan, 1977). Terapide bu gerçeklik ortaya çıktığında, birey onu bastırmak için geliştirdiği tüm savunma mekanizmalarını sorgulamak zorunda kalır. Bu noktada Irvin D. Yalom’un terapistlere yönelik uyarısı anlam kazanır: “Gerçeğin soğuğuna dayanamayacak bir hastayı çırılçıplak soymaktan kaçının” (Yalom, 1989). Çünkü bazı gerçeklerle yüzleşmek, birey için zamanından önce geldiğinde yıkıcı olabilir. Terapi, bu nedenle sadece bir farkındalık süreci değil; aynı zamanda zamanlama, dayanıklılık ve sınırlarla ilgili hassas bir dengedir.
Terapide zaman zaman ortaya çıkan duraksamalar, ilerleyemiyormuş gibi hissetmek ya da seanslara karşı isteksizlik geliştirmek, çoğu zaman bir geri adım değil; bireyin içsel savunma mekanizmalarının aktive olduğuna işaret eder. Freud, terapötik süreçte dirençin ortaya çıkmasını kaçınılmaz bir durum olarak görmüştür. Kişi, kendini korumak için bilinçdışına bastırdığı malzemeyi ortaya çıkarmaya karşı savaş açar (Freud, 1917/1957). Bu noktada Freud’un “Yas ve Melankoli” (1917) metni terapötik sürece dair önemli bir teorik zemin sunar. Freud’a göre melankoli, kişinin kaybettiği nesneyle özdeşleşerek onu kendi benliğinde içselleştirmesiyle oluşur. Bu içselleştirme, yıkıcı gibi görünse de, öznenin kendiyle yeniden temas kurmasının bir biçimi hâline gelebilir (Freud, 1917/1957). Yani terapi sürecinde yaşanan çökkünlük, aslında içsel yüzleşmenin ilk belirtisi ve dönüşümün kapısı olabilir.
Terapist açısından bakıldığında ise bu sürecin derinliğini kavrayabilmek, ancak terapistin kendi içsel sürecinden geçmiş olmasıyla mümkün olabilir. Terapist kendi içsel sürecinden geçmemişse, danışanla kurduğu iletişimde aktarım ve karşı aktarımı etkili biçimde analiz etmek ve yönetmek zorlaşır. Freud’dan bu yana psikanalitik literatürde terapistin kendi analizinin zorunluluğu vurgulanır. Terapistin kendi gölgeleriyle yüzleşmemiş olması, danışanın deneyimini karıştırmasına, hatta bazen istismar etmesine bile yol açabilir. Bu bağlamda, “terapistin huzuru” da bir yanılsamadır; çünkü etkili bir terapist olabilmek için kişi kendi kaosuyla dürüstçe yüzleşmiş olmalıdır.
Terapi süreci, kişiye huzur vadetmekten ziyade, onun bastırdığı deneyimlerle, yaşadığı kayıplarla ve geliştirdiği savunmalarla yüzleşmesine alan tanır. Bu süreçte ortaya çıkan rahatsızlık, gelişimin bedelidir. Gerçek, her zaman rahatlatıcı değildir; fakat ona temas edebilmek, ancak bu bedeli ödemeye hazır olmakla mümkündür.
Terapinin “huzur”la özdeşleştirilmesi, kişisel gelişimin doğasına dair romantize edilmiş bir yanılsamayı yansıtır. Gerçek dönüşüm, genellikle kişinin rahatlık alanını terk edip, zorlayıcı fakat zorunlu bir hesaplaşmayı yaşamasından sonra ortaya çıkar. Psikanalitik yaklaşım ve varoluşçu yaklaşımlar, bu sürecin zorluklarına dikkat çekerken bireye şunu hatırlatır: Terapi, kendine ait parçaları tanıma, kayıp ve acıyla yüzleşme ve en nihayetinde bütünleşme çabasıdır.
Bu yüzden terapi, huzur arayışından çok, gerçeğe cesaretle bakabilme sürecidir. Bu süreçte huzur zaman zaman ortaya çıksa da, esas kazanım içsel dayanıklılığın ve duygusal olgunluğun inşasıdır. Kendi psikanalitik sürecine giren bir terapist adayı olarak, terapi sürecinin dışarıdan göründüğü kadar yumuşak olmadığını; ancak bu kırılmaların da bir tür yeniden doğuma hizmet ettiğini deneyimlemekteyim.
Terapide huzur yanılsamasını sorgulamak, hem danışanlar hem de terapistler için sürecin etik ve gerçek doğasına saygı duymanın bir yoludur. Gerçek dönüşüm, ancak sahici içsel yüzleşmelerle mümkündür. Ve bu yol, her zaman kolay olmasa da, gerçek anlamda iyileştirici olan tek yoldur.
Kaynakça
Freud, S. (1957). Mourning and melancholia (J. Strachey, Trans.). In J. Strachey (Ed. & Trans.), The standard edition of the complete psychological works of Sigmund Freud (Vol. 14, pp. 243–258). Hogarth Press. (Orijinal çalışma yayın yılı 1917)
Lacan, J. (1977). Écrits: A selection (A. Sheridan, Trans.). W.W. Norton & Company.
Yalom, I. D. (1989). Love’s executioner and other tales of psychotherapy. Basic Books.