Aşk, insanların hem en çok arzuladığı hem de en karmaşık biçimde deneyimlediği duygulardan biridir. Bazen bir kişiye duyulan sevgi ve bağlılık öylesine derin hissedilir ki, o kişinin kusurları ya görülmez ya da sevginin bir parçası sayılır. Ancak aşkın psikolojik altyapısı incelendiğinde, kişinin gerçekten karşısındakine mi yoksa onun zihninde yarattığı bir versiyonuna mı aşık olduğu sorusu önem kazanır.
İlişkilerin ilk aşamalarında bireyler, partnerlerini çoğu zaman idealizasyon eğilimiyle görür. Bu süreçte kişi, karşısındakinin olumlu özelliklerini abartırken olumsuz yönlerini görmezden gelebilir. Psikanalitik kurama göre bu durum, bireyin geçmiş deneyimleriyle ilişkilidir. Özellikle çocuklukta yaşanan duygusal eksiklikler, ilerleyen yaşlarda ilişkilerde telafi edilmeye çalışılır (Freud, 1914).
İdealizasyon süreci, yalnızca duygusal bir yanılgı değil, aynı zamanda zihnin koruyucu bir işlevi olarak değerlendirilir. Birey, partnerini kendi ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde “yeniden inşa” eder. Örneğin, geçmişte yeterince ilgi görmemiş bir birey, partnerinin ilgisini olduğundan fazla yorumlayabilir. Bu, aşkın içsel deneyimini yoğunlaştırsa da, zamanla gerçeklikle çatışmalara neden olabilir.
Bu durum psikodinamik literatürde “transferans” kavramı ile açıklanır. Transferans, bireyin geçmişteki önemli kişilerle (örneğin ebeveynlerle) yaşadığı duygusal deneyimleri bugünkü ilişkilerine yansıtmasıdır (Fonagy & Allison, 2014). Böylece kişi, partneri üzerinden aslında geçmişte tamamlanmamış duygusal süreçleri yeniden yaşamaya çalışır. Aşk, bu noktada yalnızca bir duygu değil, aynı zamanda bir zihinsel temsil haline gelir.
Benzer biçimde, şema terapi kuramı da bu süreci açıklamakta önemli katkılar sunar. Young ve arkadaşlarının geliştirdiği şema modeline göre bireyler, çocukluk döneminde oluşan belirli bilişsel kalıplar (şemalar) doğrultusunda ilişki kurma eğilimindedir (Young et al., 2003). Örneğin, terk edilme şemasına sahip bireyler, duygusal olarak ulaşılmaz partnerlere yönelerek bu şemayı yeniden canlandırabilirler. Bu durum aşkı güçlü bir bağ gibi gösterse de, aslında zihinsel bir döngü içinde kaybolmaya yol açabilir.
Tüm bu açıklamalar doğrultusunda, aşkın yalnızca bir kişiye yönelmiş duygu değil, aynı zamanda geçmişten taşınan ihtiyaçların, arzuların ve beklentilerin bir yansıması olduğu söylenebilir. Zihinde yaratılan imaj ile gerçek kişi arasındaki fark büyüdükçe, ilişkide hayal kırıklığı ve kopmalar yaşanması muhtemeldir.
Peki bu farkındalıkla ne yapılabilir? İlk adım, duygusal deneyimin ne kadarının mevcut ilişkiye, ne kadarının bireyin geçmiş deneyimlerine ait olduğunu ayırt edebilmektir. Gerçek bir bağ kurmak için, karşımızdaki kişiyi olduğu haliyle görebilmek ve onu kendi eksiklerimizi tamamlama aracı olarak değil, birlikte bir şeyler inşa edilebilecek bir birey olarak kabul etmek gerekir.
Aşkın sağlıklı yaşanabilmesi için yalnızca duygulara değil, aynı zamanda içsel süreçlere de bakılması önemlidir. Kişi, kendi ilişki kalıplarını tanıdıkça ve geçmişten bugüne taşıdığı duygusal yükleri fark ettikçe, daha gerçekçi ve besleyici ilişkiler kurma kapasitesine ulaşır.
Sonuç olarak, aşkı anlamak için yalnızca karşımızdaki kişiye değil, aynı zamanda kendimize de bakmak gerekir. Çünkü bazen aşık olunan kişi değil, onun zihindeki yansımasıdır. Bu yansıma ile gerçek kişi arasındaki farkı görebilmek, aşkın büyüsünü bozmaz; aksine, onu daha derin ve gerçek bir deneyime dönüştürür.
Kaynakça
Fonagy, P., & Allison, E. (2014). The role of mentalizing and epistemic trust in the therapeutic relationship. Psychotherapy, 51(3), 372–380. https://doi.org/10.1037/a0036505
Freud, S. (1914). On narcissism: An introduction. The Standard Edition of the Complete Psychological Works of Sigmund Freud, Volume XIV (1914–1916): On the History of the Psycho-Analytic Movement, Papers on Metapsychology and Other Works, 67–102.
Young, J. E., Klosko, J. S., & Weishaar, M. E. (2003). Schema therapy: A practitioner’s guide. New York: Guilford Press.