Farkındalık şimdilerde psikolojinin popülerleşen çocuğu gibi. Kendini bil, kendini tanı, travmanı fark et, tetikleyicilerini bul.. Evet, bu bilgiler kendinle temasta olmak, yaşadıklarını anlamlandırmak için çok kıymetli. Ancak bir noktadan sonra bilgi artarken spontanlık azalıyorsa, belki başka nedenleri düşünmek gerekebilir. İşte bu yazıda, birlikte o nedenlerin izini sürüyoruz.
Neden Farkındalık Meseleyi Çözmeye Yetmiyor?
Çünkü duyguyla buluşamayan farkındalıklar, bizi anlayışa yaklaştırsa da bazen içsel dönüşüm için tek başına yeterli olmayabilir. Bazen kendi ruhsal haritamızın tüm yollarını ezbere biliriz, ama hâlâ yolumuzu kaybetmiş hissedebiliriz. Yani biliriz evet, ama bu bilgiyi içselleşmiş bir deneyime dönüştüremeyebiliriz.
Kimi zaman, bu zihinsel farkındalık yükü somut bir şekilde terapi odasında kendini gösterebiliyor. Aşırı farkındalık sahibi danışanlar bazen seanslarda kendi hikâyelerini anlatırken sanki bilgi veren bir podcast kaydediyor gibi görünüyor. Danışan anlatıyor, kuramlar konuşuyor; fakat bu teorik bilgiler, çoğu zaman duyguların içeri sızmasına izin vermiyor ve anlatı, anlamın gölgesinde kalıyor.
“Annemle olan ilişkimizde duygusal ihmal yaşadım, bu da beni kaçıngan bağlanmaya itti.”
Bu cümle doğru olabilir ama içinde duyguların izine rastlamak zor. Yas, öfke, özlem, belki de büyük bir hayal kırıklığı… Birçok duygu barındıran bu yaşantıda teorik bilgiler bu duyguları teğet geçiyor. Duygularla temas edilmedikçe, dönüşüm yolu hep orada ama ulaşılmazmış gibi görünüyor; çünkü danışan o yolu geçilmez kılan taşları çoğu zaman fark etmeden kendisi döşüyor.
Bilginin Zihinsel Kullanımı, Duygusal Yüzleşmeyi Erteleyebilir mi?
Bazen de farkındalık bir aydınlanmadan çok, kaçınma mekanizmasına dönüşebilir. Örneğin zihinsel olarak travmatik bir deneyimi kavramak, onunla duygusal olarak yüzleşmeyi öteleyebilir. Çünkü bir yandan da bilgi sahibi olmak bireye konforlu ve güvenli bir alan açar. Tanı koymak sistemli bir çabanın ürünü, bu sayede davranışlarını anlamlandırabilmek kişiye bir kontrol imkanı sağlayabilir. Ama duygular, bilginin yolunu kaybettiği bir ara sokak gibi. Belirli bir rotayı izlemiyor; geliyor, kalıyor, bazen de hiçbir yere uğramadan geçiyor. Bu yüzden bazı insanlar terapi sürecinde uzun yıllar “biliyor” ama dönüştüremiyor. Çünkü biz çoğu zaman zihinsel işlemeyi duygusal işlemenin önüne koyuyoruz.
Bu, Paul Wachtel’in “reciprocal determinism” yani karşılıklı belirleyicilik kavramıyla da örtüşüyor: Biliş ve duygu, davranışı birlikte şekillendirir. Ama biri ötekini bastırmaya başlarsa, sistem tıkanır.
Farkındalık mı, Hiper Kontrol mü?
Aşırı farkındalık bazen fark etmekten çok, kontrol çabasına dönüşebilir. Örneğin, romantik ilişkilerine başlarken her adımı analiz eden, partnerinin her davranışına bağlanma stilleri açısından bakan birini düşünelim. Bu kişinin kendisine dair farkındalığı yüksek diyebilirz evet, ama bir yandan da içinden gelen “bilmeme” haline hiç yer bırakmıyor. Bu durum farkındalıktan çok temasa izin vermemeye ve hatta kendini sabote etmeye benziyor. Tanıdık geldi mi?
Modern toplumun bir parçası olan bireyler olarak kafamız hep bir şeylerle meşgul. Her şeye bir etiket yapıştırıp beynimizin raflarına kaldırıyoruz -belki de istifliyoruz- Bu istifleme sonucunda kelimelerin yolunu kapattığı duygular, bedende patikalar açabiliyor. Bunu beden odaklı terapilerde de sıkça görmek mümkün: Zihin susmasa da beden konuşmaya başlıyor. Çünkü kelimelerle bastırılan her duygu, eninde sonunda bir yerden kendisine çıkış yolu arıyor. Bazen bir migren olarak, bazen sıkışan bir nefes, bazen de tarif edilemeyen bir yorgunlukla sesini duyurmaya çalışıyor.. Zihin anlam vermeye devam ederken, beden anlaşılamamış duyguların taşıyıcısı haline geliyor.
Sonuç: Bu Farkındalıkla Ne Yapmalı?
Öğrenmeyi, farkında olmayı bırakmalı mıyız? Elbette hayır. Ama farkındalığın kullanım şeklini dönüştürebiliriz. Çünkü, farkındalık, nasıl ve ne ölçüde kullanıldığıyla anlam kazanır.
Özellikle terapi sürecinde, teorik bilgilerin ihtiyaç duyulduğu kadar ve uzman rehberliğinde alınması bu noktada önemli. Çünkü günümüzde bilgiye erişim sonsuz, ancak bu durum çoğu zaman kendimizi gereksiz etiketlerle sınırlandırmamıza ya da yanlış anlamamıza da yol açabiliyor. Asıl dönüşüm, fazla bilgi yüklenmekle değil; doğru zamanda, doğru rehberlik eşliğinde, içsel deneyimle uyumlu bir öğrenme deneyimiyle mümkün hale gelebilir.
Yani bilgiyi bir dürbün gibi değil, bir pusula gibi kullanmayı öğrenebiliriz. Tanıları, teoriyi kendimize dışarıdan bakmak için değil, içimize yönelebilmek için öğrendiğimizde fark etmekten çok temas etmeyi öğrenmek mümkün. Çünkü, bir yaranın kabuğunu kaldırarak sürekli “burada ne olmuştu?” diye bakmak tek başına o yarayı iyileştirmez. O kabuğu hissetmeye, hatta belki biraz kaşımaya, ama sonra da ona iyileşmesi için zaman tanımaya ihtiyacımız var.
Peki siz… hâlâ yaranızın neden açıldığını mı düşünüyorsunuz, yoksa artık ona şefkatle yaklaşmaya hazır mısınız?