Hiç “kavanozdaki pirinç” deneyini duydunuz mu? İlk bakışta basit bir bilimsel gözlem gibi görünebilir. Ancak altında yatan anlam duygusal dünyamıza dair bir kapı aralar.
Deneyin işleyişi şöyle: Üç ayrı kavanoza eşit miktarda haşlanmış pirinç konuluyor. Her birine bir etiket yapıştırılıyor. İlki “sevgi”, ikincisi “nefret” olarak adlandırılıyor. Üçüncü kavanoz ise tamamen etiketsiz bırakılıyor; adı yok, kimliği yok…
Sonraki süreçte her gün bu kavanozlarla farklı şekillerde iletişim kuruluyor. “Sevgi” yazılı kavanoza nazik, şefkatli, içten sözler söyleniyor. “Nefret” yazan kavanoza ise kırıcı, olumsuz, öfke yüklü cümlelerle sesleniliyor. Etiketsiz kavanoz ise tamamen görmezden geliniyor. Ne bir bakış ne bir kelime… Sanki orada hiç yokmuş gibi davranılıyor.
Yaklaşık bir ay sonra sonuçlar oldukça dikkat çekici. Sevgiyle konuşulan pirinç neredeyse ilk günkü gibi kalırken, olumsuz sözler söylenen kararıyor, bozuluyor. Fakat en hızlı çürüyen, küflenip kokan pirinç, tamamen yok sayılan oluyor. Belki bilimsel yönü tartışılır ama bu deneyin ortaya koyduğu gerçek çok tanıdık: Görülmemek, duyulmamak, yok sayılmak… en derin çürümeyi yaratıyor. Tıpkı çocuklukta duygularına alan açılmayan bir çocuğun içinde olduğu gibi.
Fiziksel istismar çoğu zaman gözle görülür izler bırakır; duygusal istismar ise zamanla inciten sözlerle, küçük düşürmeyle, manipülasyonla kendini gösterir. Ama duygusal ihmal… O en sessiz olanıdır. En çok iz bırakan ama en az fark edilenidir. Dışarıdan her şey yolundaymış gibi görünür: Çocuk bakımlıdır, karnı toktur, okula gider. Ama iç dünyasında yalnızdır, sessizdir, görünmezdir. Kimse onun ne hissettiğini merak etmez, kırıldığında fark edilmez, sevinci önemsenmez. Küçük kalbi, görülmedikçe yalnızlığın gölgesinde büyür. Sevilir belki ama sevildiğinden emin olamaz. Çünkü duygularına yer açılmamıştır. Hislerini tanıma ve ifade etme hakkı ona hiç tanınmamıştır.
En karmaşık yanı da budur: Her şeyin dışarıdan “normal” göründüğü bir ortamda büyüyen çocuk, yaşadığı eksikliğin adını koyamaz. İyi bir ailede büyüdüğünü düşünür ama içindeki kopukluk hissini anlamlandıramaz. Bu yüzden duygusal ihmal, diğer istismar türlerine göre daha geç fark edilir. Yıllar sonra yetişkin olduğunda hâlâ içten içe bir şeylerin eksik olduğunu hisseder ama nedenini bilemez. Duygularını bastırmayı öğrenmiş, onları tanımamış, içindeki ihtiyaçları görmezden gelmiştir. Ve çoğu zaman bu suskunluk zinciri nesiller boyunca sürer.
Duygularıyla bağ kuramamış yetişkinler, farkında olmadan kendi çocuklarının duygularını da göz ardı ederler. “Ağlama”, “Abartma”, “Bunda üzülecek ne var?” gibi ifadelerle büyüyen çocuklar, zamanla duygularının birer sorun kaynağı olduğunu öğrenir. Hissettiklerini gizlemeyi, ifade etmekten kaçınmayı alışkanlık haline getirirler. Zihinlerinde ise şu inançlar yer etmeye başlar: “Görünmüyorum”, “Çok fazlayım”, “Duygularım değersiz.” Ancak bastırılan duygular kaybolmaz; sadece başka formlara bürünür. İçsel boşluklara, sebepsiz öfkelere, kendini yetersiz hissetmeye ya da sürekli dışarıdan onay aramaya dönüşür.
Özellikle erkek çocukları için bu bastırma hali daha yoğundur. Küçük yaşlardan itibaren “Güçlü olmalısın, Erkekler ağlamaz” gibi kalıplarla, duygularını göstermek bir zayıflık olarak öğretilir. Oysa bu öğretiler, çocukların en temel ihtiyaçlarından biri olan duygusal ifade alanını kısıtlar. Üzüntü, korku, gibi hisler bastırılır; yerini öfkeye, içe kapanmaya ve duygusal yabancılaşmaya bırakır. Bu bastırılmışlık hali, zamanla yalnız ve kendine yabancı bireyler yaratır. Duygularıyla bağı kopmuş, güçlü görünmek uğruna iç dünyasını susturmuş insanlar… Oysa duygular, zayıflık değil; insan olmanın en doğal, en yaşamsal parçasıdır.
Toplumun idealize ettiği “duygusuz ama güçlü birey” profili, insanın kendine verebileceği en büyük zararlardan biridir. Çünkü her bastırılmış duygunun ardında görülmek, anlaşılmak, kabul edilmek isteyen bir ihtiyaç yatar. Sevgi, güven, ait olma arzusu… Eğer çocukken bu ihtiyaçlarımız karşılanmamışsa, içimizde derinden işleyen bir değersizlik duygusu büyümeye başlar. Bu duygu, zamanla benliğimizin sessiz bir parçası haline gelir. Kendimizi ifade etmekte zorlanır, sevilmeye layık olmadığımızı düşünür, sürekli başkalarının onayını ararız.
Bu içsel çatışma, yaşamla aramıza görünmez bir mesafe koyar. Hayat anlamsızlaşır, ilişkiler yüzeyselleşir, içimizde tanımlayamadığımız bir boşluk büyür. Hissetmek, hiç öğrenilmediği için korkutucudur. Duygularımıza yer verilmeyen bir geçmiş, bugünkü benliğimizi şekillendirir. Yardım istemekten çekiniriz, ihtiyaçlarımızı görmezden geliriz. İçimizde bize ait olmayan utançlar ve suçluluklar taşırız. En ufak bir reddedilme bile sarsar, çünkü içimizde hâlâ “Ben yeterince iyi değilim” diyen küçük bir çocuk vardır.
Bastırılmış duygular, yıllar sonra aniden yüzeye çıkabilir. Bazen bir aşkla, bazen bir kayıpla ya da sadece sıradan bir anın tetiklemesiyle… Ama o duygularla ne yapacağımızı bilemeyiz. Çünkü onları anlamak, tanımak, taşımak hiç öğretilmemiştir. Ve biz onları tanımadığımız sürece, hayatın en sıradan anları bile kaygı verici hale gelir. Çünkü kaygı, bastırılmış duyguların sessiz çığlığıdır.
Bu hikâye, ihmalin çoğu zaman ne kadar sessiz ama derin bir etki yarattığını anlamamız için yalnızca bir örnek. Mert, ilkokul birinci sınıfta içine kapanık bir çocuktu. Bir gün okulda arkadaşları onunla alay etti, kalem kutusunu kırdılar. Eve döndüğünde gözleri doluydu, babasına ne olduğunu anlatmaya çalıştı. Ama babası sadece, “Erkek adam ağlamaz. Bunlar büyüyünce komik gelecek.” dedi. Mert sustu. O an duygusu görülmedi, acısı hafife alındı. Bir daha kolay kolay anlatmadı. Zamanla güçlü görünmeyi, kırıldığında susmayı öğrendi. Kimseye tam olarak güvenmedi. Çünkü içini açmanın karşılığı hep sessizlikti. Yıllar sonra dışarıdan güçlü biri oldu, ama içinde hep eksik bir şeyler vardı. Çünkü o günkü duygusu yok sayılmıştı. Ve yok sayılan duygular, insanın kendisinin bile göremediği bir boşluğa dönüşür.
İyileşme, içimizde sakladığımız duyguları fark etmekle başlar; “Şu anda ne hissediyorum?” diye kendimize sormak ve bu hislere alan açmakla mümkün olur. Görmezden geldiğimiz her duygu, aslında karşılanmamış sevgi, aidiyet ve anlaşılma ihtiyacının yansımasıdır. Çocuklukta bastırdığımız bu duygular şimdi içimizde kendini duyurmak ister. O zamanlar bize sunulmayan şefkati, şimdi kendimize verebiliriz. Bir dostun acısına gösterdiğimiz anlayışı, içimize döndürebiliriz. Çünkü gerçek iyileşme, başkalarının bizi fark etmesinden önce, kendimizi fark etmekle başlar. İçimizde hâlâ sevilmeyi ve duyulmayı bekleyen küçük bir çocuk var; ona “Seni duyuyorum, seni görüyorum” diyebilmek, geçmişin sessizliğini şefkatle sarmaktır. Duygularımızla içten bir bağ kurmak ve onları anlamaya çalışmak, bu yolculuğun özüdür. Baş etmeyi kolaylaştırmak içinse, duyguları yazmak, çizmek ya da ifade etmek oldukça destekleyicidir. Çünkü her duygu, görülmeyi bekleyen bir hikâyedir.