Pazartesi, Ağustos 4, 2025

Haftanın En Çok Okunanları

Son Yazılar

Anneliğin Görünmeyen Yüzü

“Kadınlar tüm bu yüzyıllar boyunca annelikle tanımlandılar ve yalnızca anne olarak değer gördüler.” Demiş Virginia Woolf 1929 yılında. O günden bugüne değişen pek bir şey olmamış, kadınlıkla annelik arasındaki fark çoğu zaman dile getirilmemiştir. Kadın sadece bir anne adayı olarak nitelendirilmiş, annelik kavramıyla bütünleşmiş hatta çoğu zaman onunla sınırlandırılmıştır. Sanki kadın, asıl amacına doğurduğunda ulaşır; sanki bedeni, sadece bir başka bedene yer açtığında kutsanır. “Cennet annelerin ayaklarının altındadır” der Hadis-i Şerif. İncil’de “Kadın, çocuk doğurmakla kurtulacaktır” ayeti yer almaktadır. “Tanrı her yerde olamayacağından anneleri yarattı.” Der bir Yahudi atasözü. Pek çok din pek çok inanış anneyi kutsal saymaktadır. Oysa kadınlık, başlı başına bir varoluş halidir: duyumsamak, üretmek, direnmek, hissetmek ve kendi kimliğini taşıyabilmek demektir. Annelik ise bu varoluşun içinde bir ihtimaldir, bir seçimdir. Ne her kadın anne olmak ister ne de her anne kadınlığını yaşatabilir. Bu iki kimlik, birbirine karıştığında ise en çok kadınlık susar.

Kadınlığın Sustuğu Yer

Kadınlık, konuşmayı bıraktığında; fedakârlık, özveri ve “iyi annelik” söylemleri onun yerini alır. Kadınlığın ne hissettiği değil, ne yaptığı; neye dönüştüğü değil, kim için dönüştüğü önem kazanır. İşte bu nedenle kadınlar anne olduklarında yalnızca bir çocuk dünyaya getirmezler; aynı zamanda kendilerinden bir parça kaybeder, kimliklerinin bir bölümüyle vedalaşırlar.

Hamilelik: Bedensel ve Ruhsal Savaş

Hamilelik, dışarıdan bakıldığında mucize gibi görünse de kadının bedeni için gerçek bir savaştır. Bilimsel olarak, embriyo annenin bağışıklık sistemi için bir tehdittir. Vücut, onunla ilk karşılaştığında onu tanımaz ve yok etmeye çalışır. Yani o çokça romantize edilen ilk haftalar, gerçekte annenin bedeniyle yabancı bir hücrenin çatıştığı bir dönemdir. Kadın, henüz farkında bile olmadan, vücudunda birine yer açmak uğruna kendi savunmasını düşürür.

Hamilelik ilerledikçe beden büyür, ağırlaşır, değişir. Kadının önce belki sesi incelir, sonra uykuları kısalır, sonra yürüyüşü bile değişir. Tüm iç organları yerinden oynar. Mide sıkışır, mesane baskılanır, ciğerler daralır. Üstelik bu yalnızca fiziksel değil, aynı zamanda ruhsal bir duygusal dönüşümdür. Kadın, günden güne kendine yabancılaşır. Aynaya baktığında gördüğü, her geçen gün biraz daha başkalaşan bir bedendir. İçinde büyüyen canlının her gelişimi, annenin kendi bedeninden biraz daha vazgeçmesi anlamına gelir.

Fetüsün Önceliği ve Kadının Fedakârlığı

Embriyo büyüyüp fetüse dönüşür. Kadının, kendi bedenini savunmaktan çok fetüsü korumaya odaklanır. Kendi bedenini beslemeden fetüsü besler. Kadının bedeninde kadından bir parça olan fetüs en değerli, en kıymetli ve en öncelikli korunacak olandır. Artık tek bedende iki can vardır. 9 ay 10 gün. Kadın fetüsü taşır, fetüsü korur, onu büyütür. Sonra kadının kendinden vererek büyüttüğü fetüs kadının bedenine sığmaz olur. Ve fetüsün kadından ayrılma zamanı gelmiştir.

Doğum: Başlangıç mı, Kopuş mu?

Doğum, sadece bir başlangıç değil, aynı zamanda büyük bir kopuştur. Vücut, kendi sınırlarını zorlayarak bir başka canlıyı dünyaya getirir. Bu öylesine sarsıcı bir deneyimdir ki, tıbbi verilere göre kadın doğum anında insanın dayanabileceği en yüksek acı eşiğine ulaşır. Bazı kaynaklar bu acıyı “aynı anda yirmi kemiğin kırılması”na benzetir. Bu kadar büyük bir acının sonucunda kadın, o kutsal mertebeye ulaşır: anne olmuştur. Toplum kadından gülümsemesini, şükretmesini ve annelik duygusuyla kutsanmasını bekler. Oysa çoğu kadın, doğumdan hemen sonra tam bir yıkım yaşar. Fiziksel olarak zayıf, psikolojik olarak karışık, kimlik olarak parçalanmış hisseder.

Annenin İlk Ayrışması ve Bilinç Dışı Öfkesi

9 ay 10 gün boyunca içinde büyütmüş olduğu bebeği artık ondan kopmuştur. Bu, anne ile bebeğin ilk ayrışmasıdır. Anne bilinçdışında kendisini terk edilmiş hisseder. Artık bedeninde iki can yoktur, bebeği onu terk etmiştir. Kadın kendisinden kopan bir parça olan bebeğine onu terk ettiği için öfke duymaktadır. Bu öfkenin altında derin bir korku yatar. Çünkü fetüs, bebek olur, çocuk olur, ergen olur ve sonunda yetişkin bir birey olarak annenin bir parçası olmaktan tamamen çıkacaktır. Anne bunu bilinçli olarak düşünmese de bilinçdışında bir parçasının ondan kopup gitmesinin yasını tutar, öfkesini hisseder.

Kadınlıktan Anneliğe Geçiş

Doğum yalnızca bebeğin anneden ayrıldığı an değildir. Kadının da artık “sadece kadınlık” olamayacağı bir dönemin kapısıdır. Annelik başladığında, toplum annenin adını unutur. Kadın artık “Ayşe” değildir, “anne”dir. Geceleri uykusuz kalır, bedenini yeniden tanımaya çalışır, ağlayan bir bebeğin ihtiyaçlarını anlayabilmek için kendi ihtiyaçlarını susturur. Ve çoğu zaman “mutlu olmalı”dır çünkü herkes öyle der. Ama içi karma karışıktır. Anne hem ondan kopmuş olan bebeğinin hem de kadınlığının yasını tutar, kendisi fark etmese bile.

Annelik: Başlangıç mı, Son mu?

Annelik, çoğu zaman bir başlangıç gibi sunulur. Oysa bu başlangıç, pek çok şeyin sonudur da. Kadın, bir kimlikten diğerine geçerken geçmişten bir şeyleri ardında bırakır: eski bedenini, gece uykularını, sessizliğini, bazen mesleğini, bazen hayallerini. Fakat tüm bu değişimlerin içinde, yepyeni bir bağ doğar. Bebeğin ilk bakışı, ten teması, kokusu… Kadının içinde tarifsiz bir sevgiyle büyüyen o bağ, kayıplarını anlamlandırmasına yardımcı olur.

Görünmeyen Bağ

Herkes bebeğe yönelirken kadının yaşadığı bu büyük duygusal dönüşüm çoğu zaman görünmez olur. Oysa tam da bu görünmezlikte anne ile bebek arasında sessiz ama derin bir bağ inşa edilir. Annelik, yalnızca bir bedeni paylaşmak ya da bir çocuğu sevmek değildir. Bu, kendinden bir parçayı dünyaya bırakırken onunla birlikte büyümeyi, çoğalmayı ve sevmeyi öğrenmektir.

Kadın, bazen kendinden geçerek, bazen kendine yeniden dönerek bu yeni kimliğiyle yaşamı kucaklar. Annelik kutsanacaksa, bu sadece sabırla ya da özveriyle değil; aynı zamanda kadının yaşadığı duygusal dönüşümle, sevinciyle, korkusuyla, direnciyle ve bağ kurma gücüyle birlikte yapılmalıdır. Çünkü kadınlık, anne olunca bitmez. Aksine, her şeye rağmen yeniden başlar. Ve belki de en çok o zaman, hak ettiği şekilde görülmeyi bekler.

Hatice Ada
Hatice Ada
Üsküdar Üniversitesi’nde psikoloji lisansını ve klinik psikoloji yüksek lisansını tamamlayan Hatice Ada, dinamik psikoterapi, bilişsel davranışçı terapi, çocuk merkezli oyun terapisi ve kişilerarası psikoterapi eğitimlerini tamamlamıştır. Psikolojik testler üzerine yetkinliği bulunmaktadır. Lacancı okuma gruplarında düzenli çalışmalar yaparak psikanalitik alandaki bilgisini derinleştirmektedir. Üsküdar Üniversitesi Kurumsal İletişim biriminde çalışarak endüstri psikolojisi alanında da deneyim kazanmaktadır. Çocuk ve yetişkin danışanlarıyla online ve yüz yüze psikoterapi seansları yürütmekte, Psychology Times’ta psikoloji ve ruh sağlığı üzerine yazılar kaleme almaktadır.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Popüler Yazılar