Son zamanlarda birçoğumuz kendimizi işe gidip gelirken, görevlerimizi yerine getirirken ama içten içe hiçbir yere ait hissetmezken buluyoruz. Sabah alarmıyla birlikte kalkıyoruz – istemiyoruz, bildirimlerimize bakıyoruz – dönmek istemiyoruz, toplantılara katılıyoruz – orada olmak istemiyoruz, görevleri tamamlıyoruz. Ama gün sonunda sanki hiçbir şey yapmamışız gibi bir boşluk çöküyor üzerimize. Çünkü oradayız, ama aslında orada değiliz. İşte bu halin adı, modern zamanların kitlesel salgını: Tükenmişlik.
Tükenmişlik, sadece fiziksel bir yorgunluk değil. Aksine, bedenden önce ruhu ve psikolojiyi çökerten, anlam arayışını yutan bir yorgunluk. Çoğu şeyi istemeyerek yaparken; “Ben ne yapıyorum?”, “Bunun bir anlamı var mı?” soruları zihnimizde dolanıyor, ama çoğu zaman ya cevaplayacak enerjiyi bulamıyoruz, ya cevabın değiştiremeyeceğimiz bir şey olduğunu düşünüyoruz, ya da düşünmek bile istemiyoruz.
Tükenmişliği en çok hissettiğimiz alanlardan biri olan iş hayatıyla birlikte hayatımıza giren bir kavram daha var: Sessiz istifa. Yani kişi işinden gerçekten ayrılmadan, sadece gerekeni yapıp fazlasına geçit vermeden bir tür “içsel emeklilik” yaşıyor. Oradasındır, ama gönülsüzsündür. Hâla çalışıyorsundur, ama artık sadece hayatta kalmak için.
Neden Bu Hale Geldik?
Çünkü sistem “iyi performans” derken, “insanlık hallerini” unutuyor. Sürekli üretmek, verimli olmak, gelişmek, öne çıkmak, yorulmamak, rekabet etmek… Sanki bize durma hakkı tanımayan bir dünyanın içerisindeyiz ve biz artık o dünyayı tükenmek yerine “idare etmek” dediğimiz bir savunma mekanizması geliştirdik. “Ben yorgunum!” diye bağırmak isterken kendimizi, elimizde idare ettiğimiz şeylerin değerini düşünüyorken buluyoruz; çünkü idare ettiğimiz şeyler bize hayatta kalmayı sağlıyor. Bir de kendimizi şımarıklık yapıyormuş gibi hissedebiliyoruz.
Ancak bu savunma, uzun vadede ruhu daha da yakmaya başlıyor. Kendi değerlerimizden verdikçe, kendimizle ve yaşamla olan bağlantımızı daha çok kaybetmeye başlıyoruz. İş hayatı artık sadece bir geçim kaynağı değil, aynı zamanda kimliğimizin büyük bir parçası oluyor. Öz değerimizin boşlukta sürüklenmesi, hayatı daha anlamsız ve yapay hissetmemize yol açıyor. Önce renkler soluyor, sonra sevdiğiniz şeyler sıradanlaşıyor, sonra hissizleşmeye başlıyoruz. Başarılarımız eskisi gibi hissettirmiyor, başarısızlıklarımız eskisi gibi hissettirmiyor, günler geçiyor, görevler tamamlanıyor, hayatta kalmaya devam ediliyor…
Peki, Ne Yapmalı?
Ve sonra, bir sabah, uyanırsın. İçindeki boşluk o kadar büyüktür ki, seni nereye götürdüğünü bile bilmezsin. O an bir farkındalık doğar: İşin artık seni tamamen sarmıyor, kimliğini sadece bir iş olarak değil, bir insan olarak yaşamak istiyorsun. Ama burada en büyük soru şu olur: Nasıl bir adım atmalı?
Öncelikle durup dinlemek gerek. Kendimizi değil, koşullarımızı sorguladığımız bir alışkanlık edindik. Oysa bazen sistem değil, bizim içimizdeki bağ koptuğu için yanıtları dışarıda bulamıyoruz. Kendinize dürüst sorular sormak bir başlangıçtır:
- “Bu iş beni nasıl hissettiriyor?”
- “Bu işi neden yapıyorum?”
- “Ne zaman son kez kendimi gerçekten canlı hissettim?”
Zihinsel olarak ilk yapman gereken şey, seni bu hale getiren düşünceleri anlamaktır. “Bunu yapmalıyım çünkü başka çarem yok” gibi katı düşünceler, seni bir kısır döngüye sokmuş olabilir. Kendini dinlemeye başladığında, fark edersin ki bu “zorunluluk” duygusu, seni bir köle gibi hissettiriyor. Fakat bu kalıpların işlevsiz olduğunu ve bunu düşünmenin alışkanlığa dönüştüğünü fark etmek, seni özgürleştirebilir. İçsel olarak bir değişim başlatmak, diğer kapıları görmemizi sağlar. Çünkü asıl gerçek şu: Her an, yeniden başlamak için bir fırsattır ve zihnimizdeki kötü senaryolar kadar, hayal ettiğimiz güzellikler de mümkündür.
İkinci adım, kendine ve iç sesine dürüst olmaktır. “Burada kalmalı mıyım?” sorusunu sormak, sadece bir iş sorusu değil, bir yaşam sorusudur. Bunu kabul etmek, kabullenmekten daha fazlasıdır; bu, senin kendine olan saygını yeniden inşa etmendir. “Bu iş, beni nasıl bir insan yaptı?” Bunu sorarken, yalnızca işin fiziksel yükünü değil, psikolojik yükünü de sorgula. Bazen zorunluluk, bir duygusal kırılmanın başlangıcıdır. Bu sorular, seni koşullarınla değil, kendi içindeki gerçek isteklerle buluşturur. İşini sevip sevmediğini sormak, işin sadece sana ne kattığını değil, senin ona ne kattığını da fark etmeni sağlar.
Eyleme geçmeye karar verdiğinde, bu her zaman hemen iş değiştirmek anlamına gelmez. Hızla bir karar almak yerine, belki de önce biraz daha cesaret bulmalısın. Örneğin, iş sorumlunla veya ilgili kişilerle bir konuşma yapmanın senden ne eksilteceğini sorgulamak, bu noktada değerlidir. Ama bu konuşma, sadece bir şikayet değil, bir çağrı olmalı: “Beni gör, bana bir yer aç.” “Son zamanlarda zorlanıyorum” demek, cesaret ister. Ama bir kez söyledikten sonra, o cesaretin sana ne kadar güç verdiğini hissedersin. Konuşmanın sonucunda vereceğin karar, değişiminin önemli bir adımıdır.
Eğer kararın işini değiştirmekse, bu noktada şunu unutma: İş değiştirmenin kendisi çözüm değildir. Buna karar verdiğinde, yeni bir yer arayışında sadece daha yüksek bir maaş ya da prestijli bir pozisyonu düşünerek değil, aynı zamanda gönlünü dinleyerek ilerlemen gerektiğini unutma. Yeni bir iş, bir fırsat olmalı, bir kaçış değil. Ne için iş aradığını, neye ihtiyaç duyduğunu netleştir. Sınırlarını, değerlerini, hayal ettiğin çalışma tarzını düşün. Yeni işinin, yaşamınla daha uyumlu bir alan yarattığını hissettirmesi değerlidir.
Tükenmişliğe dair her adım, aynı zamanda sizin yeniden var olmanızın anlamını taşır. Ayakkabılarınızı beklerken değil, yürürken eskitmeniz dileğimle.