Haklı Olmak mı, Anlaşılmak mı?
Bazı insanlar ilişkilerinde sürekli kendilerini savunma ihtiyacı duyarlar.
Sanki her cümlenin sonunda görünmez bir jüri varmış gibi…
“Bana bunu nasıl yapar?”, “Ama o da haksızdı!”, “Bana bunu yapmaya hakkı yoktu!”
Bu cümleler bir kişinin değil, bir zihin halinin dilidir.
Ve o zihin hali, çoğu zaman haklı olmanın güvenliğine sığınır.
Kendini savunmak, sınırlarını korumanın bir yoludur.
Ama haklı olma çabası, çoğu zaman o sınırların arkasına saklanmaktır.
Savunma bir noktadan sonra iletişimi değil, yalnızlığı büyütür.
Çünkü haklı olma isteği, karşı tarafı anlamaya değil, konumlandırmaya yöneltir.
İlişki, bir diyalog alanı olmaktan çıkar; bir mahkeme salonuna döner.
Haklılık, Güç ve Uzaklık
Haklı çıktığımızda çoğu zaman güçlendiğimizi sanırız.
Oysa bu “güç” hissi, ilişkisel bağın üzerinde duran kırılgan bir zırhtır.
Haklılık, bizi bir an için ayakta tutar ama aynı anda uzaklaştırır da.
Çünkü haklı olmak, görünmez bir biçimde “haksız” birine ihtiyaç duyar.
Ve böylece iki insan da birbirini anlamaya değil, ölçmeye başlar.
Birçok ilişkide haklı olma arzusu, değersizleşme korkusunun kamufle edilmiş biçimidir.
“Eğer haksız olursam, ciddiye alınmam.”
“Eğer susarsam, kaybederim.”
Bu düşünce biçimi, görünürde bir güç mücadelesi gibi dursa da, temelinde sevilme, duyulma, görülme arzusunun yarattığı kırılganlığı gizler.
Haklılık, bu incinmiş tarafın üzerine çekilmiş bir perde gibidir: korur ama aynı zamanda teması engeller.
Sonra herkes kendi duvarının arkasında yalnız kalır.
“Peki ya o duvarı kaldırırsam, kim beni koruyacak?”
İşte bu yüzden haklı olma çabası tamamen yanlış bir refleks değildir, sadece aşırı çalışmış bir savunmadır.
Bir zamanlar incinmeyi önlemiş, kişiye bir bütünlük hissi vermiştir.
Fakat zamanla, o koruyucu işlev donmuş hale gelir; artık dışarıdan gelen tehdidi değil, yakınlığı da engeller.
Kendini savunmamak, savunmasız kalmak değildir.
Asıl fark şuradadır: Savunma, duvarla korunmaktır; sınır ise bilinçli bir mesafeyle.
Duvar yalnızlaştırır; sınır, hem seni hem ilişkiyi korur.
Haklı olmayı bırakmak, duvarı yıkmak değil, sınırı yeniden tanımlamaktır.
Narsistik Düzlem ve Haklı Olma İhtiyacı
Haklı olma çabasının köklerinden biri, narsistik düzlemde yatar.
Narsistik düzlem derken genellikle yanlış anlaşılan bir alana giriyoruz.
Buradaki “narsistik” sözcüğü bencillik ya da kendini beğenmişlik anlamına gelmez.
Daha çok, kişinin benliğini bir arada tutma çabasıyla ilgilidir.
Yani “Ben kimim?”, “Ben değerli miyim?”, “Ben yeterli miyim?” gibi temel sorularla.
Bir insanın iç dünyasında bu bütünlük kırılganlaştığında, haklı çıkmak bir tür düzeltme girişimi haline gelir:
“Eğer haklıysam, demek ki sağlamım.”
Bu nedenle haklılık arayışı bazen bir savunma değil, benliği yeniden dengeleme çabasıdır.
Ama bu denge dışarıdaki onayla kurulduğunda kalıcı olmaz.
Kişi her seferinde yeniden haklı çıkmak zorunda kalır, çünkü içsel değeri dışsal tepkilerle ölçülür hale gelmiştir.
Gerçek özgürlük ise, o değerin artık kanıtlanmak zorunda olmadığı noktada başlar.
Kişi, kendi değerini dış dünyadaki onayla dengelemeye çalıştığında, haklı çıkmak bu dengenin en görünür yolu haline gelir.
Narsistik yapı için “haklı olmak”, benliğin aynası gibidir.
Bir tartışmada haklı çıkmak, değersizlik hissine karşı bir panzehir işlevi görür.
Çünkü o an kişi kendini tutarlı, sağlam, güçlü hisseder.
Ama bu güç, karşı tarafın tanımasıyla beslenir; içsel bir temele değil, dışsal bir yansımanın onayına dayanır.
Bu yüzden haklılık mücadelesi bitmez; çünkü mesele artık gerçeği bulmak değil, benliği onarmaktır.
Benliğini başkalarının tepkisiyle onarmaya çalışan biri için, hiçbir zafer kalıcı bir huzur getirmez.
Her yeni çatışma, değersizlik hissinin yankısını yeniden uyandırır.
Haklı Olmayı Bırakmak
Haklı olmayı bırakmak, kendi duruşunu inkâr etmek ya da sessiz kalmak anlamına gelmez.
Buradaki “bırakmak”, aslında haklılığı savunma biçimini bırakmaktır.
Çünkü haklı olmayı savunurken çoğu zaman ilişkiyi savunmayı unuturuz.
Karşı tarafı ikna etmeye çalışırken, temasın kendisi kaybolur.
Haklılığın peşinde koşmak, gerçeğin peşinde olmakla aynı şey değildir;
bazen sadece incinmiş bir tarafın “beni anla” çığlığıdır.
Bu yüzden haklılığı bırakmak, gerçeği terk etmek değil; gerçeği paylaşılabilir hale getirmektir.
Yani kimin doğru olduğunu değil, birlikte ne yaşandığını anlamaya yönelmektir.
Sadece insan olmanın karmaşasına yer açmaktır.
Bu yer açma hali, narsistik düzlemden ilişkisel düzleme geçiştir.
Artık “Ben mi haklıyım, o mu haksız?” sorusunun yerini “Biz ne yaşıyoruz, birbirimizi nerede kaybettik?” sorusu alır.
Bu bakış açısı, güç dengesini değil, bağ kurma kapasitesini merkezine alır.
Çünkü haklı olma arzusu zihinsel bir mücadele iken, anlaşılmak duygusal bir karşılaşmadır.
Ve bir ilişkide iyileşme, daima ikincisinde gerçekleşir.
Olgunluk, duyguları bastırmak ya da alttan almak değildir.
Olgunluk, çatışmanın içinde bile ilişkiyi tutabilme kapasitesidir.
Bazen bir tartışmada geri adım atmak değil, “Şu anda ne hissettim?” diyebilmektir asıl cesaret isteyen şey.
Haklı çıkmak zihinsel bir zaferdir; ama anlamak duygusal bir temastır.
Birini anlamak, onunla aynı fikirde olmak zorunda değilsin demektir.
Sadece o anın karmaşasında “Seni duyuyorum” diyebilmektir.
Çoğu zaman ilişkiyi onaran şey, haklılık değil bu cümledir.
Aslında olgunluk, haklı çıkmak yerine birbirini anlamayı seçebilmekle ilgilidir.
Belki de sonunda çoğumuz, kazanmak değil anlaşılmak isteriz.
Elbette herkes aynı yerden konuşmaz; bazıları için haklı çıkmak, var olmanın tek yolu gibidir.
Çünkü görülmek bazen fazla çıplak, fazla riskli gelir.
Ama ilişkilerde en derin dönüşüm, bir taraf kazandığında değil;
iki taraf da duyulduğunu hissettiğinde olur.
Haklılık ve haksızlık kavramlarını bir kenara bırakabildiğimizde, en derin öğrenme başlar.
Çatışmaların ortasında bile, kendi tepkilerimizi, duygularımızı ve sınırlarımızı fark edebiliriz.
“Ben neden böyle hissediyorum?”, “Bu durum bana ne öğretiyor?” gibi sorular, ilişkideki kazan-kaybet oyunlarını aşmamızı sağlar.
Kendini anlamak, haklı olmayı veya kazanmayı gerektirmez; sadece var olmanın, hissedilenin ve deneyimlenenin farkına varmak anlamına gelir.
İşte bu farkındalık, ilişkilerde en sağlam köprüyü kurar ve bizi hem başkalarıyla hem kendimizle daha gerçek bir temas noktasına getirir.


