Daha önce geçtiğiniz bir sokağın neden daha önce yürüdüğünüz bir çocukluk patikası gibi hissettirdiğini düşündünüz mü? Başka bir noktadan baktığımızda neden içinizi tükettiğini ya da size manasız gelen bir huzursuzluk verdiğini?
Psikocoğrafya yeteri kadar konuşulmamış bir kavram olmakla birlikte, tam olarak zihnimizin mekanlarla kurduğu görünmez bağlarla ilgileniyor. Görünmese de içinizde hissedebildiğiniz en yoğun duygulardan bir kapı aralıyor. Psikocoğrafya 1950’lerde ortaya atılmış bir kavram ve aslında çok gerekli bir arayış.
Şehirler sadece binalardan ve yollardan mı ibarettir? Neden sebepsiz yere aynı sokağa, aynı binalara çekiliriz? Tanımadığımız bir şehirde dolaşırken rastgele oturmayı tercih ettiğimiz bir kafe bize bizle ilgili ne kadar çok şey anlatabilir? Kesinlikle birçok şey.
Dérive! Daha önce muhtemelen hiç rastlamadığın bu kavram, kendi içine doğru bir yolculuğa çıkman için reddedilemez bir fırsat. Dünyada küçücük bir toz bulutuyken görmediğin kaç milyon sokak, kaç kasaba, kaç şehir, kaç kıyı var… Tam olarak içine girip deneyimlemeden bunların her birinin sana neler hissettirebileceğini tahmin dahi edemezsin. Elindeki haritayı, yetişeceğin insanları, bekleyen buluşmalarını ve kalan her şeyi bir kenara bırak. Sadece içgüdülerine güven ve yürü. Bak bakalım ruhun hangi duvarlarda yankılanıyor? Nerelerde görüyorsun yansımalarını? Nereler boğuyor seni, kaçınıyorsun gerisin geriye?
Denize bakan bir evde yaşamakla günün on altı saatini hastane koridorlarını soluyarak geçirmek bambaşka sinaptik beyin devrelerini harekete geçirir. Bir mekân senin için her şey olabilir. Bir bakmışsın travmalarınla yüzleşiyorsun, bir bakmışsın sebepsiz bir yaşam hevesi kuşatıyor her yanını. Hayatın bir Virginia Woolf kitabıysa Londra senin için bir kadının iç dünyası olabilir; gelgitli ve yoğun. Tezer Özlü gibi okursan sokakları, Almanya çeker seni içine. Orada ‘tanıdık’ bir melankoli vardır, iyidir, güvenlidir.
Mekân duygusu hiçbir zaman öylesine bir arka plan olmadı aslında. Mekân bir karakterdir, bir yaşayış stilidir, histir. Daha önce hiç görmediğiniz, sınırından bile geçmediğiniz bir ülke birbirinden tamamen farklı bir milyon tane sokağa ayrılabilir ve siz birinde çocukluğunuzu bulurken diğerinde çılgınca gözyaşı dökebilir, üzülebilir hatta delice öfkelenebilirsiniz.
Bazen de bizim yerimize mekanlar bizi hatırlıyordur belki? Unuttuğumuzu sandığımız kapı eşikleri, merdiven basamakları, Arnavut kaldırımları bizi unutmuyordur belki de. Çocukken yaşadığınız en büyük hayal kırıklığı size kırık bir kaldırım taşında oynarken çöktüyse, o kaldırım taşına benzeyen tüm kaldırım taşları sizin için hayal kırıklığının tanımı olabilir. Hayatın koşturmacasında oradan oraya savrulsak da her şey film şeridi gibi hızlıca akıp gitse de gidip gördüğümüz, maruz kaldığımız her şeyi ‘gerçek’ anlamda deneyimlemeden an bitip gider. Sonra o tam anlamıyla yaşanmamış anın tüm deneyimleri, güzelliği ve acısıyla bir başka anda vuku bulur. İşte o yeniden buluş hali çoğu zaman sancılı ve buruk olur. Belki de bu yüzden bazı semtlere hiçbir zaman ısınamıyoruz, ayaklarımız geriye gidiyor. Bazı evler boğuyor bizi, oradaki nesneler ve dizilimleri, evin kokusu bizi tüketiyor içten içe.
Peki ya çabasız bir ‘kendilik’ halinde bulunabildiğimiz yerler? Kendimiz olabilmek için akıp gitmekten başka hiçbir şey yapmamıza gerek olmayan o doğal habitatlarımız… Belki de oralarda güzel izler bırakmış, güzel haberler almış, en güzel şekliyle sevilmişizdir. Belki de üstüne gitmemiz gereken bir şey bizi bekliyor, adeta “Gel!” diyordur bize. Ama kesinlikle bir şeyler söylüyordur.
Şehir hafızası dediğimiz şey belki de tam olarak budur. Şehirlerin, sokakların, köşelerin bir hafızası varsa, bizim de o hafızada bir izimiz olabilir.
Şimdi şu an, çıkıp yürümeye ne dersin? Yolun nereye gittiğinin hiçbir önemi olmadığını rahatça söyleyebilirim. Önemli olan sensin yalnızca. O yol nerelere dokunacak senin varlığını bile unuttuğun? Ne dersler öğretecek sana? Hazır olmayı bekleme. Cesaret et ve yola çık.