Zihin susmaz. Dış dünya sessizleştiğinde bile içeride bir uğultu sürer. Kimi zaman bu uğultu bir tartışmaya dönüşür, kimi zaman pişmanlıkla yazılmış bir mektuba. Henüz yaşanmamış olayların provasını yaparken buluruz kendimizi; bazen ne diyeceğimizi bilemediğimiz bir anı tekrar tekrar oynatırız zihnimizde, sanki doğru kelimeyi bulursak geçmişi değiştirecekmişiz gibi. Zihin, sanki kendine ait bir odayı kilitlemiş ve o odada kendiyle konuşuyordur. Peki, neden?
Psikodinamik kuramlar bu iç sesi bir çatışmanın yankısı olarak görür. Freud’un zihin yapısı, id, ego ve süperego olarak üç ana katmana ayrılır. İç ses, çoğu zaman bu üçlünün çatışmasında ortaya çıkar. İd arzular, süperego yasaklar ve ego, denge kurmaya çalışırken içsel bir diyalog başlatır. Yani iç ses, çoğunlukla bir karar değil, bir arabulucudur. Gerçek ile dürtü arasında sıkışan benliğin, kendini ikna etme çabasıdır. Ama bu çaba yalnızca geçmişin veya bugünün değil, geleceğin de içine sızar. Henüz yaşanmamış olaylar bile zihinde yaşanmışçasına tartışılır. Bu, zihnin en büyük yanılgısıdır: Olmamış olanın yükünü taşımak.
Nörobilim açısından bakıldığında ise iç ses, rastgele bir gevezelik değildir. Beynin “varsayılan mod ağı” (default mode network) adı verilen bir sistemi, kişi dış uyaranlardan uzaklaştığında aktive olur. Yani yürürken, uyumadan hemen önce ya da otobüs camından boş boş bakarken… Dış dünya pasifleştiğinde zihin aktifleşir. Bu sistem, geçmişi tekrarlar, geleceği simüle eder, alternatif senaryolar üretir. Bu açıdan bakıldığında, iç ses bir tür hayatta kalma provasıdır. Beyin, olası durumlara karşı kendini hazırlar, sosyal ve duygusal senaryoları test eder. Fakat bu prova bazen bir kısır döngüye dönüşür. Sürekli bir hazırlık hali, asla gerçekleşmeyen karşılaşmalara duyulan zihinsel yorgunluk yaratır.
Bireyin çocukluk deneyimleri de iç sesi biçimlendirir. Özellikle otorite figürleri tarafından sık sık yargılanan, susturulan ya da onaylanmayan bireylerde iç ses, zamanla dış otoritenin içselleştirilmiş hali olur. Artık ses bize ait değildir; annemizin hayal kırıklığına uğramış sesi, öğretmenimizin yüksek beklentileri ya da toplumsal normların sessiz baskısıdır. İç ses, kişinin kendisiyle değil; kendisine yüklenenlerle konuşur. Ve ne yazık ki, bu ses çoğu zaman bir rehber değil, bir yargıç olur.
Savunma mekanizmaları da bu içsel konuşmayı biçimlendirir. Bastırma, inkâr, yansıtma gibi mekanizmalar; zihnin tolere edemediği duyguları şekillendirerek iç sese dönüştürür. Bastırılmış bir öfke, iç seste “Sen zaten suçluydun.” diye yankılanabilir. İnkâr, “Bunu yaşamadın.” derken; yansıtma, “Onlar seni istemedi.” diye fısıldar. Bu durumda zihin, kendi gerçekliğini değil, savunmaya alınmış bir kurguyu tekrarlar. Bu da iç sesi yalnızca bir konuşma değil, bir savunma hattına dönüştürür.
Ama her iç ses yıkıcı değildir. Bilinçli bireylerde iç ses, bir tür iç gözlem aracına dönüşebilir. Yani bir çatışma değil, farkındalık halidir. “Ben neden böyle hissettim?” ya da “Şu anda neye ihtiyacım var?” gibi sorularla şekillenen iç ses, kişinin kendi iç dünyasını anlamasını sağlar. Bu noktada iç ses, susturulması gereken bir uğultu değil; dinlenmesi gereken bir bilgeliktir. Bu fark, zihinsel sağlığın ince çizgisini oluşturur. Zihnini susturmak değil, iç sesiyle sağlıklı bir ilişki kurmak esas olan budur.
Ve belki de asıl soru şudur: İç ses gerçekten sana mı ait? Yoksa yalnızca taşıdığın geçmişlerin yankısı mı? Bu sorunun cevabı her birey için farklıdır. Ama kesin olan bir şey var: Zihin kendiyle konuşmaya mecburdur. Çünkü dış dünya çoğu zaman anlamaktan çok yargılar. Ve insan zihni, bazen yalnızca anlaşılmak için konuşur.
Sonuç olarak, iç ses, bastırılmış arzuların yankısı, zihinsel provanın sesi, savunmanın sesi ya da farkındalık fısıltısı olabilir. Zihin bu sesi yaratır çünkü bilinç, kendine ayna tutmak zorundadır. Belki de en sağlıklı zihin, sessiz olan değil; iç sesini tanıyıp onunla dost olabilendir. Çünkü bazı sesler, sustuğunda asıl sorun başlar.
çok iyi