Zaman durmadan akıyor. Bir yaz daha geçti, yine sonbahar… Mevsim geçişleri, yalnızca doğanın döngüsünü değil, hayatın kaçınılmaz geçiciliğini de hatırlatır. Bu hatırlatma, çoğumuzda temel bir varoluşsal kaygıyı uyandırır: Bir gün ben, sevdiklerim, değer verdiğim her şey—sanat eserleri ve dünyanın doğal güzellikleri de dâhil—yok olacak. Üstelik bu yok oluş, yalnızca doğal akışta zamanın geçmesiyle değil; ani kayıplar, doğal afetler ve hastalıklar gibi beklenmedik biçimlerde de gelebilir. Bu çeşitli geçicilik hallerini kimimiz içten içe sezer ama adını koyamaz, kimimiz ise bu sonluluğu bilinçli bir farkındalıkla taşır. Ne var ki bu fark ediş çoğu zaman iki yöne açılır: Bir yanda bugünü derinleştiren, ilişkilere ve hayata değer vermeye çağıran bir canlılığa; öte yanda yaşamı daraltan, bağ kurmayı erteleyen bir tedbirliliğe.
Peki öyleyse geçiciliği bilmek sevme kapasitemizi nasıl etkiler? Kayba rağmen bağ kurmak seçilebilir mi? Ya da nasıl olsa bitecek bir şeyle bağ kurmanın ne anlamı olabilir ki?
Bir Çiçek Solacağı İçin Daha Güzeldir
Psikanalitik bağlamda Freud, 1916’da kaleme aldığı “Vergänglichkeit” başlıklı kısa metninde, geçiciliğin bir değer yitimi değil, tam tersine bir yoğunluk ve anlam kaynağı olduğunu savunur. Ona göre sonluluk arzuyu azaltmaz; sevginin, sanatın ve doğanın değerini artırır. Bir çiçek, solacağı için daha güzeldir.
Varoluşçu perspektiften ise Heidegger’in “ölüme doğru varlık” kavramı, ölüm bilincinin insanı boş bir çaresizliğe değil, daha sahici bir yaşama çağırdığını vurgular. Kierkegaard da benzer şekilde, hayatın sonluluğunu kabul eden insanın seçimlerini daha sorumlu ve özgün bir biçimde üstlenebileceğini söyler. Bu bakış açısına göre geçicilik, yaşamı azaltmaz; yaşamın her anını derinleştirir.
Fakat geçicilik gerçeği, yaşama her zaman olgun bir farkındalıkla değil, kimi zaman ilkel bir kaygı olarak da yansıyabilir.
Kayıp Gidecek ve Ben Baş Edemeyeceğim
“Nasıl olsa bitecek” hissi, kişinin geçici olan herhangi bir şeye önem vermesini ve sevebilmesini zorlaştıran ilkel kaygılardan biridir. Bu kaygı, bilinçli ya da bilinçdışı olarak kimimizi daha çok zorlar ve hayatın pek çok alanında sorunlara sebep olur. İlişkilerdeki yansıması, kişilerarası yüzeysellik, empati azlığı ve yer yer ben-merkezci tutumlar olarak görülebilirken; diğer alanlarda da doğayla, nesnelerle ya da gündelik yaşamla olan ilişkinin kıymeti azalmış gibi deneyimlenebilir.
Bu sebeplerle de kişi, ilişkilerine özen göstermekte, doğayla ya da hayvanlarla sahici ilişkiler kurmakta ya da bir sanat eserinin anlamına sabırla yaklaşmakta zorlanır hale gelebilir.
Psikanalitik açıdan bu ilkel kaygı, çocuklukta yeterince süreklilik sunamayan bağlanma deneyimlerinin izini taşır. Bu tarz durumlarda bağlanma figürleri—genellikle ebeveynler—çeşitli sebeplerle, çocuk için “her zaman orada olan güvenilir biri” olma rolünden uzaktır. Bu da kişinin, hayatta “her daim bir şeyler elinden kayıp gidecekmiş ve bu hayal kırıklığı ile baş edemeyecekmiş” gibi hissetmesine sebep olarak; yetişkinliğe gelindiğinde “derinlemesine sevememe” ya da “yatırım yapmama” eğilimi geliştirmesinin yolunu açar.
Burada söz konusu olan, geçiciliğin bilinçli bir kabulü değil; erken dönemde hissedilmiş kayıp tehdidi ve hayal kırıklığının bugün savunmacı bir örüntüye dönüşmesidir. Bu noktadan sonra artık zihnin kayıp ihtimaliyle ne yaptığı önemli hale gelir. İşte tam da burada sevgi ile yasın ince paradoksu sahneye çıkar.
Cesaretin Var Mı Sevmeye?
Kayıp—yani değer verilenin artık olmaması—her insanın küçük ya da büyük her daim yüzleştiği bir deneyimdir. Çünkü hayattaki her şeyin geçiciliği ile her birimiz sürekli karşı karşıya kalırız. Ve kayıpların ardından, o şeyin yokluğunun kabulü esnasında “yas” denen, pek çok farklı duygu ve insanlık hallerinin deneyimlendiği bir süreçten geçilir.
Ve elbette ki bu süreçler insan için zorlayıcı ve acı verici süreçler olur. Peki herkes, her zaman zor bir yas sürecini göze alabilecek kadar ilkel kaygılarının farkında, çevresel ve içsel destek mekanizmalarına sahip ve cesur olabiliyor mu? Bazen evet, bazense hayır.
İşte cevabın “hayır” olduğu bu noktalarda; yeterince değer veremediğimizi düşündüğümüz konular ya da kendimizi derin bağlar kurmaktan alıkoyduğumuzu fark ettiğimiz yerlerde durup düşünmek faydalıdır.
Bu noktada herkes için farklı yanıtları olabilecek şu sorular anlamlıdır:
Gerçekten sevmekte zorlandığımız için mi, yoksa kaybetmenin acısından korunmak için mi sahici bağlardan uzak dururuz? Bu uzak duruşun ruhsal dünyadaki bedeli nedir? Hangi içsel ve dışsal kaynaklarımızı beslemek bizi bu kırılganlıklara karşı daha dayanıklı yapar?
Olgun Sevgi ve Doyasıya Yaşamak
Çünkü biliyoruz ki gerçek bağ, kaybetmeyi ve ardından gelebilecek yasın acısını göze almakla başlar. Winnicott’un işaret ettiği gibi, kaybı zihnin bir köşesinde tutabilmek ama yine de yakın durabilmek olgun sevginin temelidir.
Geçicilik hissine ilkel düzeyde takılı kalındığında, hayal kırıklığından korunmak için samimi bağlar kurmakta zorlanır; fakat bunun bedelini de çoğu kez “doyasıya yaşayamamışlık” hissiyle ödemek durumunda kalırız.
Belki de En Güzeli Böyle
Geçiciliğin en güzel yanı, sadece güzelliklerin ve iyi deneyimlerin değil, zor ve kötü zamanların da bir süre sonra biteceğini ve yerini yenilerine bırakacağını bilmektir. Tıpkı mevsimler gibi, duygular da değişir; bugün ağır gelen şey yarın hafifler.
Bu akış, insana hem dayanma gücü hem de yaşamın dönüşebilirliğine dair güven duygusu verir. Ve belki de her şeyin geçici olduğunu bilmeye rağmen yine de bağ kurmayı seçmeye ve yaşamı doyasıya hissetmeye bir alan açar. Çünkü bir şeyi kıymetli yapan işte tam olarak bu geçiciliktir.
Kaynakça
Heidegger, M. (2018). Varlık ve Zaman (K. H. Ökten, Çev.). Alfa Yayınları.
Freud, S. (1916). Geçicilik, “Vergänglichkeit”
Winnicott, D. W. (1998). Oyun ve Gerçeklik (Çev. S. Aksay). İstanbul: Metis Yayınları.
Metnin ana başlığı ve son ara başlık Bülent Ortaçgil’in “Eski Defterler” (1999) albümünde yer alan “Değirmenler” adlı şarkısından esinlenilmiştir. Verdikleri ilham için Sayın Bülent Ortaçgil’e saygılarımı ve minnetlerimi sunarım.