“Kabul”, psikoterapide olduğu kadar günlük hayatta da kullandığımız sakin, uzlaştırıcı bir kelime. Kendimizi ya da birilerini “olduğu gibi kabul ediyoruz”, bunu yapabildiğimiz için mutlu oluyoruz ve ilişkilerinde sorun yaşayan veya bir durumdan şikayet eden kişilere de kimi zaman “onu olduğu gibi kabul etmesini” öğütlüyoruz.
Peki bu kelimeyi bize verdiği gücü fark ederek mi kullanıyoruz, yoksa olmadığı anlamlar yükleyerek içini mi boşaltıyoruz?
Bu yazıda, “kabul”ün psikoterapideki yerinden yola çıkarak, onun gündelik dilde nasıl yanlış anlaşıldığını, aslında neye işaret ettiğini ve bize ne kazandırabileceğini bir metaforla birlikte inceleyeceğiz.
Fırtınaya Tanıklık Etmek
Bir kişiyi, durumu veya bağlamı olduğu gibi kabul etmek; çoğu zaman hoşumuza gitmeyen özelliklerine rağmen onunla aynı ortamda bulunmaya razı gelmek, içinde bulunduğumuz koşullara boyun eğmek ve bir kişiyi bu özelliklerine rağmen sevmek gibi daha pasif bir duruşla karıştırılıyor. Oysa kabul, “seni görüyorum” demektir basitçe. Sessiz ama güçlü bir tanıklıktır. “Seni görüyorum ve seninle birlikte gelen, benim için değerli olan tecrübeleri yaşamaya gönüllüyüm. Sen orada olsan da, olmasan da.”
Herhangi bir çarşambanın öğleden sonrası gelen bir fırtınayla karşılaştığımızı düşünelim. Ona tanıklık etmek, doğrusunu yanlışını düşünmeden, olduğu gibi fırtınanın gelişini görmek kabulün ilk adımı. Yaşam fırtınayla başlamadı, onunla da bitmeyecek. Birkaç dakika öncesinde hava kapanacak, yapraklar uçacak, sonrasında gökkuşağı çıkacak. Biz ise o günü fırtına olsun ya da olmasın yaşayacağız. Bir sonraki kapalı havada belki yanımıza şemsiye alacağız.
Buradan yola çıkarak “kabul”ün kendi başına bir amaç olmaktan çok, yaşamımızı önem verdiğimiz değerler doğrultusunda dolu dolu yaşamaya aracılık eden bir beceri olduğunu söylemek mümkün. Hatta bu yeni tanımla birlikte “onu olduğu gibi kabul et” önerisi de artık dönüşüp yeni bir düşünceyi beraberinde getirebilir: “Olduğu gibi kabul ettiğimde ne olacak? Kabul etmem gerekeni yanında getiren ve asıl önem verdiğim şeyler neler?” Bu düşünceler de olumsuz duygu ve düşüncelerimize bir adım uzaktan bakmayı ve durumu bir bütün olarak görmeyi sağlar.
Kabulün gücü burada ortaya çıkar: Kabul ettiğimiz yalnızca hoşumuza gitmeyenler değil, hoşumuza gitmeyenleri de barındıran yeni bir bütündür. Bir kişiyi, bir durumu veya bir duyguyu olduğu gibi kabul ettiğimizde, ona kendini özgürce ifade edebileceği bir alan açmış oluruz. Değiştirmeye çalışmadan, kaçmaya çalışmadan, içine çekilmeden, yalnızca tanıklık ederiz açtığımız alana. Bu alan hala bizden büyük değildir, hala bizim kontrolümüzdedir. Kısacası, boyun eğmekten ve razı gelmekten çok uzak, aktif olduğumuz bir süreç başlamıştır artık. Fırtınayı olduğu gibi kabul etmek, iliklerimize kadar ıslanıp üşümek demek değildir.
Fırtınayla Beraber Yürümek
Psikoterapi odasında kabul kavramı, özellikle güncel yaklaşımlarda önemli bir yer tutar. Steven C. Hayes’in kurucusu olduğu Kabul ve Kararlılık Terapisi (ACT), bu kelimeyi yalnızca duygulara veya düşüncelere “katlanmak” olarak değil, onlarla birlikte yaşama cesareti göstermek şeklinde tanımlar. Acı ve ıstırabın yaşamla el ele olduğunu söyler Hayes, bu şekilde acı verici deneyimlerin kaçınılmaz olduğunu, ancak bu deneyimlerle kurulan ilişkinin yaşam kalitemizi belirlediğini savunur. Ona göre acı ve sıkıntı yaşamın bir parçasıdır, bunlarla savaşmak ise bir tercih (Hayes, 2019).
Bu bakış açısı, yalnızca terapi odasında değil, hayatımızın birçok alanında bize yeni kapılar açabilir. Bazen sevdiklerimizle bir tartışmanın ortasında, bazen beklenmedik bir haber aldığımızda, bazen kırılmış kendimizle baş başa kaldığımızda… Kabul, zorlayıcı duygu ve düşüncelerle savaşmadan birlikte yol almayı mümkün kılar. Tıpkı ortasında kaldığımız bir fırtınanın dinmesini dileyerek olduğumuz yerde beklemektense onunla beraber yürümeyi tercih etmek gibi.
Hayatın fırtınalarıyla el ele yürüyebilmeyi öğrenmek, kontrol edemeyeceklerimiz karşısında esneyerek yönümüzü yine de değerlerimiz doğrultusunda çizebilmek demektir. Zamanla anlarız ki, kabul etmek yalnızca dayanmak değil; yönümüzü yeniden çizmek, ilerlerken kendimize ve hedefimize sadık kalmak aynı zamanda. Bu yolculuk, zorlayıcı anlarla başa çıkmanın da ötesinde, kendimizle sahici bir ilişki kurmayı da mümkün kılar. Tam bu noktada edindiğimiz yeni becerinin armağanıyla karşılaşırız: değişmeden de tamam hissedebilmek.
Gökyüzü Hep Orada
Kabul, fırtınayla beraber yürürken gökyüzünü tamamen kaybetmediğimizi hatırlamak, zor duyguların içindeyken bile onların gelip geçici olduğunu, bizim hala orada olduğumuzu bilmek aslında. Bazen bu farkındalık, yaşadıklarımıza rağmen değil, yaşadıklarımızla birlikte ilerlememizi sağlar. Böylece geçip giden fırtınanın ardından gelen tanıdık yağmur kokusu gibi, içimizde bir yerin hafiflediğini hissederiz. Yüklerimiz azaldığı için değil, güçlendiğimiz için hafiflemişizdir. Her şey geçmiş değildir, ama artık taşınması biraz daha mümkündür.
Kaynakça
- Hayes, S. C. (2019). Acceptance and Commitment Therapy: The process and practice of mindful change (2nd ed.). The Guilford Press.