Terapistler sıklıkla idealize edilir. Bu meslek grubuna dair genel algı, onların duygusal olarak daima dengede oldukları, hep güçlü kaldıkları ve başkalarının problemlerine çözüm üretmekte hiç zorlanmadıkları yönündedir. Seansa zamanında giren, dikkatini tamamen danışana veren, ne olursa olsun kişisel tepkilerden kaçınan, sabırlı ve yargısız biri…
Ama o koltukta oturan kişi de bir insandır. Duyan, bazen çok fazla hisseden, yorulan, zorlanan, kendiyle mücadele eden bir insan. Terapistlik mesleği, bir yönüyle başkalarının acısını tutmak kadar kendi iç dünyasındaki dalgalanmaları da yönetmeyi gerektirir. Bu yazının amacı, terapistlerin çoğu zaman görünmeyen içsel süreçlerini görünür kılmak ve bu mesleği yapanların da insan olduğunu hatırlatmaktır.
Terapist de sabah uyandığında canı sıkkın olabilir. Ailesinde bir sorun yaşıyor olabilir. Geceyi uykusuz geçirmiş, sabaha gözleri şiş bir şekilde uyanmış olabilir. Hatta bazen bir danışanın anlattığı hikâye, kendi geçmişinden derin bir yere dokunabilir. Bütün bu insani haller terapistin profesyonelliğini sorgulamayı gerektirmez. Aksine onun bu işi neden seçtiğini, nasıl sürdürebildiğini anlamamıza yardımcı olur.
Bu yazı, “Terapist de insan” cümlesinin arkasındaki görünmeyeni konuşmak için yazıldı. İdealize edilen değil, yaşayan, duyan ve zorlanan terapisti görünür kılmak için…
Terapistin Zorlandığı Anlar Ne Zaman Ortaya Çıkar?
Özellikle travma, yas, terk edilme ya da bağımlılık gibi yoğun duygular içeren temalarla çalışırken, terapistin kendi iç dünyasında da dalgalar oluşabilir. O an terapist hem dinler hem de kendi içinde bir şeyleri yeniden yaşar. Bu temalar sadece akademik bilgiyle taşınamaz.
Ayrıca terapist de bir insandır ve hayat onun için de akmaya devam eder. Yakınını kaybedebilir, boşanabilir, hastalanabilir… ama seanslar sürer. O koltuğa tüm bu yaşanmışlıkların arasında yeniden oturur.
Daha da zoru, terapistin kendi hayatında kriz varken terapi yürütmesidir. Sevdiği birini kaybettiği halde danışanına alan açmaya çalışan, tükenmişken umut taşıyan ve bazen en zor günü yaşarken bile “Bugün nasılsınız?” sorusunu yönelten bir terapistten söz ediyoruz.
Terapide konuşulan konular bazen terapistin kendi yaşam deneyimleriyle de kesişebilir. O zaman sadece bir danışanın değil, kendi geçmişinin de odasına girdiğini hissedersiniz. İşte burada “karşı aktarım” dediğimiz olgu devreye girer. Bu da bizi bir sonraki başlığa getiriyor.
Çoğu zaman bu etkileşim fark edilir ve yönetilir. Ama bazen fark edilmekle yetinilmez. Çünkü terapist, seansın sonunda sadece danışanla değil, kendi duygusuyla da baş başa kalmış olur.
“Karşı Aktarım” Sadece Teknik Bir Terim Değil
Psikoloji eğitiminde sıkça geçen bir kavramdır karşı aktarım.
Danışanla kurulan ilişkide terapistin kendi duygusal materyalinin sürece sızmasıdır. Ama bu sadece bir kavramsal çerçeve değildir. Karşı aktarım, terapistin de bir ruh taşıdığını hatırlatan insani bir deneyimdir.
Çünkü terapist de duygulanır. Çünkü duygu taşıyan bir varlığın bir başka insanın hikâyesinden hiç etkilenmemesi neredeyse imkânsızdır. Kimi zaman bir danışanın yaşadığı yalnızlık, size de kendi yalnızlığınızı hatırlatır. Bazen bir annenin kaybı, sizin de kaybettiğiniz birini çağrıştırır. Kimi zaman üzülür, kimi zaman öfkelenir, kimi zaman da kendini tutmakta zorlanır.
İyi bir terapist bu duyguları bastırmak yerine fark etmeyi ve yönetmeyi öğrenir. Ancak bu farkındalık da yorucudur. Çünkü terapist sadece danışanın duygusunu değil, aynı anda kendi duygusunu da taşır. Hem fark eder, düzenler hem de kendine ve başkasına alan açar. Bu durum görünmeyen bir çift yönlü emeği beraberinde getirir ve terapiyi sadece “bir meslek” değil, bir duygusal efor alanı haline getirir.
Terapist de Yorgun Düşer
Birçok terapist için meslek yalnızca bir iş değil, aynı zamanda bir sorumluluktur.
Terapistin en görünmeyen yüklerinden biri “her zaman hazır” olma beklentisidir.
Danışan geldiği an hazır olmalı, zihni açık, çözüm odaklı ve dikkati tam olmalı. Ama gerçek hayatta bu durum böyle değildir.
Bir seansı başarıyla tamamladıktan sonra bazen kendimizi “hiçbir şey yapamamış gibi” hissedebiliriz.
İşte burada terapist kimliğiyle insan kimliği çatışmaya başlar. Toplumun da danışanların da, hatta bazen terapistlerin kendisinin de içselleştirdiği bir beklenti vardır. Hep güçlü olmalı, her zaman hazır olmalı, kendini kenara bırakabilmeli.
O an zihnine belki şu soru düşer:
“Bugün yeterince iyi bir terapist miyim?”
“Tatildeyken bir mesaj geldi, dönmesem vicdansızlık olur mu?”
Çünkü mesleki kimlik fedakârlıkla kutsanmıştır. Ama terapist kendi sınırlarını fark etmezse bu kimlik onu sessizce yorar.
Oysa terapist olmak, mükemmel olmak, hiç sorun yaşamamak ve hep iyi olmak değildir.
Ve işte burada en insani şey devreye girer; yardım istemek.
Terapistin kendi sınırlarını fark etmesi, kendi kapasitesini ve yorgunluk sınırını tanıması, tıpkı danışanlarına öğrettiği gibi önce kendi kendine şefkat göstermesiyle mümkün olur.
Terapist olmak, hata yapmamak değil. Tam tersine hata yapabileceğini bilip yine de çaba göstermektir. Yorulabilmek ama yorgunluğunu kabul ederek devam etmektir.
Terapistin Destek Sistemleri: Süpervizyon, Kendi Terapisi, Dinlenme
Terapistlerin de desteğe ihtiyacı vardır. Ancak hâlâ “Terapist terapi alır mı?” sorusu toplumda şaşkınlıkla karşılanabiliyor.
Evet, terapistler de terapiye gider. Gitmelidir de.
Çünkü ruhsal yük sadece taşımakla değil, paylaşmakla ve kendini tanımakla hafifler.
Terapi yapan bir terapistin kendi terapide olması sadece etik değil, iyileştirici bir gerekliliktir.
İyi bir terapist olmak, kendi iç dünyasına temas edebilmekle mümkün olur.
Süpervizyon sadece mesleki yol göstericilik değil, aynı zamanda duygusal destek sunar.
Terapist, kendi mesleki sınırlarını, kör noktalarını ve duygusal reaksiyonlarını burada görebilir.
Bir başka göz, bir başka kulak, bir başka benlik tarafından görülmek, terapistin taşımakta zorlandığı yükleri düzenlemesine destek olur.
Süpervizyon sadece teknik destek değil, duygusal bir tutuculuktur.
Kendi terapisi ise terapistin kendi aynasına bakabilmesini sağlar.
Kendi terapisine devam eden ve süpervizyon alan terapist, etik açıdan güvende ve danışanın iyilik hâlini daha öncelikli tutabilecek konumdadır.
Terapistin de bazen terapi yapmayan bir hayatı olur. Dinlenir, film izler, kedi sever, kitap okumadan uyur.
Çünkü insan olmak sadece başkalarına iyi gelmekle değil, kendine iyi gelmeyi de kapsar.
Çünkü terapi yalnızca bir iş değil, ilişkisel bir alandır.
Sonuç: Şifalandırırken Şifalanmak
Terapist olmak güçlü olmak zorunda olmak demek değildir. Aksine zaman zaman zayıf hissetmek ama buna rağmen orada kalabilmektir.
Gerçek, etik ve duyarlı kalabilmek, terapinin asıl taşıyıcısı budur.
Bir terapistin danışanı karşısında hissettiği şey sadece mesleki bir teknik değil, çoğu zaman derin bir insan olma halidir.
Ve belki de terapiyi işe yarar kılan şey tam olarak budur: Terapistin kusursuzluğu değil, duyarlılığıdır.
“O koltukta oturan kişi, evet, eğitimlidir… ama aynı zamanda insandır.”
Ve insana en çok insan iyi gelir.
İki insanın aynı odada tüm açıklığıyla bir araya gelebilmesi, karşıdaki insanı yargılamadan anlamaya çalışan biriyle kurulan o bağ, hem danışanı hem terapisti dönüştürür.
Bir sonraki yazıda görüşmek dileğiyle…