“Hansel acı acı ağlayarak, ‘Bu da mı başımıza gelecekti?’ dedi. Ona cevap veren Hansel, ‘Sus, Gretel. Üzülme, ben ikimizi de bakarım.’ dedi. Ay ışığı, kapı önündeki beyaz çakıl taşlarında gümüş para gibi parlıyordu.” (Grimm Kardeşler, 1812)
Ailedeki çocuk sayısı ne olursa olsun, bu çocuklar aynı ebeveynlere sahip olmalarına rağmen her bireyin anne-baba algısı farklıdır. Bu farklılıklar ebeveynlerden edinilen deneyimlerin algılanış ve hayata geçiriliş biçimlerindeki çeşitliliklerinden kaynaklanır. Dolayısıyla “Kardeşimle ben çok farklıyız.” ifadesi yalnızca gündelik bir gözlem değil, psikolojik olgular barındıran bir olgudur. Bu yazı da bu olgunun psikolojik kökenlerini incelemeyi ve gündelik hayatımızda kardeşimizle aramızdaki anlamlı farklılığı anlamlandırmayı amaçlıyorum.
Bu farklılıkların temel nedenlerinden biri, kuşkusuz ebeveyn faktörüdür. Ebeveynin çocuğa sunduğu yaşam kalitesi, kendi içsel çatışmalarını yansıtma biçimi, hayatı öğretme tarzı ve çocuk sahibi olduğu dönemdeki kişisel koşulları ile sunabildiği konfor alanı, çocuğun gelişim sürecini doğrudan etkileyen görünen nedenlerdir. Zamanın akışıyla birlikte ebeveynin de değişime uğradığı göz ardı edilemez. Günlerin ve ayların değişmesi gibi, yeni bir çocuğun aileye katılmasıyla değişen aile dinamikleri, ebeveynin yalnızca anne-baba rolünde değil, kendi benliğinde yaşadığı dönüşümlerle birlikte değerlendirilmelidir. Ayrıca ebeveynin geçmiş yaşam deneyimleri, sosyal çevresi, kültürel değerleri ve bu değerlerin zamanla değişimi, yaşadığı dönemin toplumsal koşulları da ebeveynlik tarzını biçimlendiren önemli etkenler arasında sıralanabilir. Bu faktörlere ek olarak ebeveynin psikolojik durumu, mesleki yaşamı, eşler arası ilişkinin niteliği, sosyal ve ekonomik koşullar, eğitim düzeyi ve pedagojik bilgi birikimi, kültürel ve dini değerler hem ebeveynin hem çocuğun sağlık durumu ve göç, kayıp, boşanma gibi dönüştürücü yaşam olayları da göz önünde bulundurulmalıdır. Bu bağlamda, her çocuk yalnızca farklı bir dönemin değil, aynı zamanda farklı bir ebeveyn versiyonunun yetiştirdiği birey olarak dünyaya gelir.
Kardeşlik ve Kültürel Bağlam
Türk kültüründe “kardeş” kavramı, eksik olanı tamamlayan ve bireyin ait olduğu bütünün ayrılmaz bir parçası olma işleviyle anlam kazanmaktadır. Kardeşlik ilişkisi; biyolojik bağın ötesinde, ortak deneyimler, karşılıklı destek ve aidiyet duygusuyla pekişen bir sosyal bağ olarak ele alınır. Bununla birlikte, “Kardeşimle neden bu kadar farklıyız?” sorusu hem kardeşler hem de ebeveynler açısından sıkça dile getirilen ve gelişimsel, psikolojik ile sosyokültürel boyutları olan bir tartışma alanı olarak önemini korumaktadır. Bu bağlamda, kardeşler arasındaki bireysel farklılıkları anlamlandırmak için başvurulabilecek önemli kuramsal çerçevelerden biri Alfred Adler’in Doğum Sırası kuramıdır. Adler’e göre, her çocuk ailedeki doğum sırasına bağlı olarak farklı roller, sorumluluklar ve beklentilerle karşılaşır; bu, kişilik gelişimini ve yaşam biçimini anlamlı ölçüde yapılandırır.
Adler (1929), “Nasıl aynı ağaçta birbirinin tıpatıp aynı iki yaprak ele geçiremezsek, her bakımdan birbirinin kopyası iki insan da gösteremeyiz” diyerek bireysel farklılıkların her boyuttaki kaçınılmazlığını vurgulamaktadır. Kuramında bahsettiği üzere, Adler, yeterli klinik ve gözlemsel deneyime ulaştıktan sonra bireylerin aile içindeki konumlarına göre -ilk çocuk, ortanca çocuk ve en küçük çocuk- belirli eğilimler sergileyebileceklerini ileri sürmüştür. Ona göre, aile statüsünde doğum sırasının kendine mahsus psikolojik dinamikleri ve gelişimsel avantajları ile dezavantajları vardır.
En Küçük Çocuk
En küçük çocuk, çoğu zaman “ailenin gözdesi” olarak özel bir ilgiyle büyütülür. Gelişim sürecinde yardıma en çok ihtiyaç duyan olarak görülmesi, onun daha korunaklı ve sıcak bir ortamda yetişmesini sağlar. Bu konum, en küçük çocukta yüksek bir başarı arzusu doğurabilir. Ancak Adler, bu arzunun kimi durumlarda gerçekçi olmayan beklentilere dönüşebileceğini ve bireyin bu hedeflere ulaşamayacağını fark ettiğinde yükümlülüklerinde kaçma ya da gerekçe üretme eğilimine girebileceğini belirtir.
En Büyük Çocuk
En büyük çocuk ise genellikle avantajlı bir konuma sahiptir; çünkü aileye ilk katılan birey olarak ebeveynin bütün ilgisini başlangıçta tek başına deneyimler. Bununla birlikte, ebeveynliğin ham dönemine denk gelmeleri ve aileye yeni kardeşlerin katılması, onların üzerindeki baskı ve sorumluluk duygusunu artırır. Adler, bu sorumluluk yükünün ve aile içinde “otorite rolü” üstlenmenin, en büyük çocuklarda daha muhafazakâr, kuralcı ve korumacı bir kişilik gelişimini destekleyebileceğini ifade eder.
Ortanca Çocuk
Ortanca çocuk ise ailede hem kendisinden büyük hem de küçük kardeşlere sahip olmanın getirdiği çift yönlü sosyal karşılaştırma içinde büyür. Adler’e göre, ortanca çocuklar sıklıkla kendilerini ikilemde hisseder; büyük kardeş karşısında rekabet ve yetişme çabası, küçük kardeş karşısında ise sorumluluk alma baskısı yaşayabilirler. Bu konum, bazen ihmal edilmişlik veya dışlanmışlık hissini güçlendirebilir. Ortanca çocuklar, farklı yönlerden gelen beklentileri dengeleme ve değişen durumlara intibak kapasitesi açısından dikkate değer bir esneklik sergileyebilirler.
Adler’in doğum sırası kuramı, kardeşler arasındaki farklılıkların kökenini anlamada açıklayıcı bir taslak sunmakla birlikte, bu çerçevenin kültürel bağlamla birlikte değerlendirilmesi gerektiğini göstermektedir.
Bireysel Gelişim ve Roller
İnsanın yaşamı boyunca farklı sosyal ve psikolojik rollere sahip olduğunun farkında olması, bireysel gelişim açısından kritik bir öneme sahiptir. Bu farkındalık, bazı durumlarda önceki rollerin bilinçli olarak sonlandırılmasını gerektirir; örneğin yetişkinlik dönemine geçerken çocukluk rolünden çıkabilmek önemlidir. Bununla birlikte, bu süreç çocuksu duyguların tamamen bastırılması anlamına gelmez; aksine, her yaş döneminin getirdiği sorumluluklarla günümüzde dilimizde “çocuksu” olarak adlandırılan saf ve içten duygular arasındaki dengenin korunması gerekir.
Birey kendi çekirdek ailesini kurduğunda, romantik partner ve ebeveynlik rollerini üstlenir; ancak bu durum, yetiştiği ailedeki rollerinin tamamen sona erdiği anlamına gelmez. Nitekim bazı bireyler, yetiştikleri evle olan duygusal bağlarını sağlıklı biçimde dönüştüremez; bu durum, “yetiştiği evden kopamayan ebeveynler” olgusuna zemin hazırlar. Özellikle kültürel bağlamda, ilk doğan çocuk sıklıkla aile içi deneyimlerde “aile içi uygulamaların öncül alıcısı” konumunda bulunur; ebeveynlik, deneme-yanılma süreçleriyle öğrenilir, birey kendi deneyimlerini ebeveynin yaptıklarına karşılık kendi bilinçli seçimleriyle pekiştirir ve bu süreç sonraki kuşaklara aktarılır. Dahası, günümüzde birçok birey, kendi çocukluk deneyimlerini tamamlamamış veya duygusal olarak tam özerkleşmemiş ebeveynlerle etkileşimde bulunmakta; bu durum, bireyin kendi rollerini ve sorumluluklarını içselleştirme sürecini karmaşıklaştırmaktadır.
Gabor Maté (2013), bir konuşmasında, iki çocuğun aslında aynı anne babaya sahip olamayacağını; bunun, ebeveynlerin fiziksel özelliklerinden ziyade duygusal durumlarıyla ilişkili olduğunu vurgulamıştır. Çocukların mizaç farklılıkları nedeniyle ebeveynlerini farklı biçimlerde deneyimleyeceğini ve aynı zamanda çocukların da ebeveynlerini farklı şekillerde tetikleyebileceğini belirtmiştir. Değişen durumsal koşulların yanı sıra burada çocuğun tepkisine ve ona geri dönecek tepkinin farklılığına dikkat çekilmiştir.
Dilimizde kalıplaşmış “ön teker nereye, arka teker oraya” sözü, bu bağlamda geçerliliğini yitiren bir ifadedir. Zira her birey biriciktir; aynı evde, aynı ebeveynlerle ve aynı çevrede büyüdüğü yanılgısına kapılsa da, her bireyin yaşantısı, algısı ve deneyim dünyası öznel farklılıklar taşır.