Tanrı kompleksi, bireyin kendi sınırlarını unutup mutlak doğruyu temsil ettiğine inanmasıyla başlar. Güçle temas ettiğinde empatiyi siler. Güç, çoğu zaman sadece yetkiyle değil, zihinle sınanır. Psikolojik olarak yeterince gelişmemiş bir birey, güce ulaştığında onu sorumluluk değil, üstünlük göstergesi olarak kullanır. Modern psikoloji bu dönüşümün bireysel bir sapmadan ibaret olmadığını, aynı zamanda bilişsel kapasite, duygusal farkındalık ve etik algıyla yakından ilişkili olduğunu gösterir. Özellikle öz-farkındalığı düşük, eleştiriye kapalı ve empati yoksunu bireylerde, güç yalnızca bir araç olmaktan çıkar; kimlik tanımına dönüşür. Ve bu noktada artık mesele bir şeyi yönetmek değil, görünüşte güçlü kalmayı sürdürmektir.
Tanrı Kompleksi ve Psikolojik Dinamikler
Böyle bir kişinin empati kurması mümkün değildir. Daniel Goleman’ın duygusal zekâ kuramına göre, bu tür bireyler yüksek mevkide olabilir ama içsel farkındalıkları gelişmemiştir; duygusal okuryazarlıkları zayıftır.
Psikanalist Otto Kernberg’e göre, bu kişiler genellikle içsel bir değersizlik duygusunu bastırmak için dışsal güç göstergelerine yönelir. Unvan, yetki, makam ya da alkış… Hepsi, aslında zayıf bir benliği dış dünyaya karşı “var” kılmak için kullanılır. Bu yüzden sınır çizen herkes tehdit, eleştiren herkes düşman, sessiz kalan herkes ise “uygun” görülür. Çünkü sorgulanmak, üstünlük hissinin çökmesi anlamına gelir. Bu durumda kişi düşünerek değil, bastırarak var olur. Yani emir verir, ama yön veremez. Sadece yön kaybettirir. Ve bu yönsüzlük, önce iletişimi, sonra ilişkiyi, en sonunda da toplumun ruh sağlığını bozar.
Sosyal Psikoloji ve Güç Dinamikleri
Sosyal psikolojide bu davranış biçimi, Dunning-Kruger etkisi üzerinden açıklanır. Birey, yeterli bilgiye sahip olmadığında, kendi eksikliğini fark edemez ve bu farkındalık yoksunluğunu özgüven zanneder. Bu tür bireyler gücü ele geçirdiklerinde, yalnızca kendilerini değil; çevrelerini de çarpıtılmış bir gerçeklik algısına hapsederler. Artık bilgi değil, itaat önemlidir. İkna değil, boyun eğdirme beklenir. Ve zamanla bu çarpıklık sistemleşir: Cehalet yalnızca bireysel bir eksiklik olmaktan çıkar, kurumsal norm hâline gelir.
Düşünme ve Vicdanın Kaybı
Düşünme eylemi azaldıkça, vicdan da devre dışı kalır. Hannah Arendt’in “kötülüğün sıradanlığı” kavramı tam da burada devreye girer. İnsanlar çoğu zaman büyük kötülükleri planlayarak değil, sorgulamayı bırakarak yapar. Otorite sorgulanmadığında, görev “doğru”, sessizlik “saygı”, karşı çıkmak ise “tehdit” olarak tanımlanır. Kurumun dili bireyin ahlakının önüne geçer. Böylece yalnızca otorite değil, ona uyum sağlayan herkes düşünme ve hissetme yetisini askıya alır.
Tanrı Kompleksinin Toplumsal Etkileri
Bu süreçte zarar gören yalnızca kurumlar değildir; bireylerin ruh sağlığı da bu sessizlik ortamında çöker. Sürekli bastırılan, değersizleştirilen ve yok sayılan kişiler zamanla yalnızca dışarıya karşı değil, iç dünyalarına karşı da sessizleşir. Martin Seligman’ın “öğrenilmiş çaresizlik” modeli, bu sessizliğin nasıl bir psikolojik felce dönüştüğünü gösterir: Ne yaparsa yapsın bir şeyin değişmeyeceğine inanan birey, artık hiçbir şey yapmamayı tercih eder. Bu yalnızca depresyon ve tükenmişlik değil, aynı zamanda toplumsal duyarsızlık üretir. Çünkü kendi sesi bastırılan, başkasının çığlığına da sağırlaşır.
Sessizlikten Kültürel Reflekse
Zamanla bu sessizlik toplumsal refleks hâline gelir. Kimse düşünmek istemez, çünkü düşünmek rahatsız eder. Konuşmak riskli, susmak akıllıca kabul edilir. Güç sorgulanmaz, unvan saygı görür, hiyerarşi ahlakın yerini alır. Ve en kötüsü: insanlar her şeyi görür ama hiçbir şey söylemez. Çünkü o noktada sessizlik, yalnızca korkudan değil; alışkanlıktan doğar. Böylece tanrı kompleksi artık sadece bir bireysel patoloji değil, kültürel bir refleks olur.
Sonuç: Güç ve Empati Dengesi
Bu çağın en büyük yanılsamalarından biri, gücün zekâyı ve bilgeliği doğurduğuna inanmak. Oysa gerçek şudur:
Güç, düşünmeyen ellerde bir silaha dönüşür.
Ve düşünmeyen kişi, eninde sonunda kendi yarattığı kaosta kaybolur.
Çünkü bilgi olmayan yerde fikir olmaz.
Fikir olmayan yerde ahlak tutunamaz.
Ve ahlakı olmayan bir güç, sadece cehaletin organizasyonudur.
Yetkili olmak, haklı olmak değildir.
Unvan taşımak, etik taşımak anlamına gelmez.
Statü, zekâyı garanti etmez.
Ve empati olmadan, hiçbir güç meşru değildir.
Çünkü psikolojik olarak çarpılmış her güç, önce bireyi, sonra toplumu hasta eder. Sağlıksız gücün hâkim olduğu her yapı, zamanla nevrotikleşir. Çünkü en büyük toplumsal hastalık, empatisizce sürdürülen otoritedir.
Mükemmel bir yazı gerçekten, günümüz sosyal ilişkilerini çok iyi açıklamış. Teşekkürler
Hazal Yıldırım… bu kadının başarılı olmadığı alan yok 🫠