Salı, Ağustos 5, 2025

Haftanın En Çok Okunanları

Son Yazılar

Sosyal Olumsuzluklarla Tek Başımıza Nasıl Baş Edebiliriz?

Toplumsal Yas ve Özbilinç – Öz Farkındalık İlişkisi 

Son yıllarda dünya genelinde ve Türkiye özelinde yaşadığımız pek çok olumsuz hatta travmatik olay ve durumların sonucunda toplumsal yas ve acıların etkisi halen devam etmekte… Bunlara savaşları, pandemiyi, depremi, orman yangınlarını, aile içi cinayetleri, istismar vakalarını ve daha pek çok korkunç şeyi örnek verebiliriz. Bireysel ve aile hayatının zorlukları veya kendimizi fark etme yolculuğunun yanı sıra bir de toplumsal yastan da darbemizi aldığımız apaçık.

Peki bu durumda “Ben kendimle ilgileniyorum, toplumsal acılara halim yok.” dediğimizde bencil mi oluruz? Veya “Benim hayatımdakilerden daha çok acı çekenler var.” diyerek kendimizi görmezden gelince daha mı iyi hissederiz? Aslında cevap ikisi de değil…

Terapötik süreçle bir örnek verecek olursak: Biz uzmanların çalıştığımız vakalarda en önemli ilk adımı “Yararlı olmak ve zarar vermemek”. Sonrasında ise karşıt transferans olup olmadığını fark etmek. Bu da uzman kişinin aslında danışandan kendine dair yaşanmışlıklarıyla ilgili olumsuz etkilendiklerinin olup olmadığı anlamına gelir ve eğer olumsuz etkilenmeler yaşıyorsa en kısa sürede süreci sonlandırması gereklidir. Çünkü; olumsuz etkilendiğiniz bir şeye fayda veremezsiniz. Önce kendiniz iyi olmalısınız.

Peki bu terapötik süreç örneğini toplumsal sürece uyarlasak; tüm savaşlar, krizler, toplumsal travmalar, aile vahşetleri içinde hangimiz olumsuz etkilenmiyoruz veya derinden acı çekmiyoruz? Hele bir de kişisel kayıplar yaşamışsak ve geçmiş yaşam öykülerimizde bu olaylara dair hatırlatıcılarımız varsa…

Tam bu noktada şu karşımıza çıkıyor; evet, yardım etmek istiyoruz ama öncelikle yardım etmeye gücümüz, imkânımız ve en önemlisi halimiz var mı? Çünkü öğrenmiştik ki bizler derinden etkilenirken zaten fayda veremeyiz…

Bu sorumluluk sınırlarımızı daha iyi anlamak için aslında toplumsal olaylar dışında aile ve çevremiz için de örneklendirebiliriz. Örneğin elimizde olmayan nedenler veya sorumluluğumuz olmayan konularda eşimize, annemize, kardeşimize, çocuğumuza yardım edemediğimizde kötü hissederiz ama gerçekten ya bizim görevimiz değildir ya da yetkimiz yoktur. Karşınızdaki kişi o yardımı almaya hazır değilse bu mümkün olmayacaktır.

Bir insan kendini görmeden, kendine yardım etmeden bazen dışarıdaki yardımları görmezden gelebilir. Bu sebeple aslında toplumsal acılarda da kendimizi fark etmeden ne hayatımıza devam edebiliriz ne de çözüm üretebilir veya yardım edebiliriz. Sadece sıkışmış hissederiz ve acıyla baş başa kalırız.

Diğer yaslarda olduğu gibi toplumsal yasta da öncelikle durumu kabul etmek gerekir. Kendimizi kabul etmezsek tıpkı Le Bon (1960)’un topluluk içerisinde kişinin bireyselliğini ve bireysel bilincini kaybetmesinden söz ettiği gibi “kimlik belirsizliği” yaşayabilir, sadece kitleler olarak bir gruba dahil olur ve bireysellikten ziyade grup olmayı önemseriz. Acı çekeriz ama anlamlandıramayız…

Türkiye dışında olaylar nasıl derseniz, kültürel farklılıklarda özfarkındalık ve özbilinçin farklılaştığı genel kanıdır. Farklı kültürlerdeki özfarkındalık ve özbilinç çalışmalarında ayna kullanımı ile ilgili yapılan bir sosyal psikoloji deneyi göstermiştir ki Kuzey Amerikalılar, ayna varlığında daha az hile yapıyor ve kendilerini daha fazla eleştiriyorlar. Ancak Japon katılımcılar ise aynanın varlığında değerlendirmelerinde bir fark ortaya çıkmıyor. Bu durum, araştırma sonuçlarında Japonların kendilerini diğerlerinin bakış açılarını gözeterek değerlendirmeleri olarak yorumlanmıştır.

Bizler de kültürel yapımızı olduğu gibi kabullenerek, toplumsal acıyı görmezden gelmeyerek ama kendimizi de daha iyi tanıyarak harekete geçebiliriz. David (1971)’in de dediği gibi: “Öz farkındalığımızı geliştirmek istiyorsak en az bir yıl boyunca farklı kültürlerde ikamet etmeli ve kendi kültürüne dışarıdan bakabilmeyi öğrenmelisin.”

Diğer kültürlere gidemiyorsak o zaman ne yapacağız? Sizlere toplumsal acılarımıza bir de şu gözle bakmanızı öneririm: Luft ve Ingham (1955) tarafından geliştirilen “Johari Penceresi”nden kendinize bir bakın!

Bu modelde, 4 ana unsur vardır:

  • Açık alan, yani kişinin kendinin ve çevresindekilerinin de bildiği kendisi.

  • Gizli alan, kişinin kendinin bildiği, çevresinin bilmedikleri.

  • Kör alan, kişinin kendinin fark etmediği ama çevresinin görebildikleri.

  • Bilinmeyen alan, kişinin kendisinin de çevresinin de fark edemedikleri.

Bu dört bakışla kendinizi değerlendirdiğinizde sizce self-awareness, yani kendinize yönelttiğiniz dikkat ve bilgi ne kadar? Self-focus, yani kendinize, düşünce, duygu, ihtiyaç ve isteklerinize yönelttiğiniz dikkat ne kadar?

Sonrasında değerlendirelim, toplumsal acıya ne kadar faydamız dokunur… Bağışlar, sosyal sorumluluklar, gönüllülükler, elimizden ne gelirse… Birlikte, önce kendi sonra toplumsal yaralarımızı birlikte saralım, iyileştirelim…

Kendini iyileştirenin bütüne faydası olacaktır.

Sevgiyle…

Beste Demir
Beste Demir
Beste Demir, uzman aile danışmanı ve yazar olarak kadın ve aile çalışmaları alanında master eğitimi almıştır. Saha çalışmaları ve akademik hakemli dergilerde yayımlanan makaleleri ve proje koordinatörü olarak çalıştığı sosyal AB projelerinde görev almıştır. Sivil toplum ve kamu kuruluşlarında hem saha deneyimlerine hem de idari görevlerde bulunmuştur. İnsan ilişkileri, çift-aile, kadına karşı şiddetin önlenmesi ve toplumsal cinsiyet eşitsizliği alanlarında farkındalık çalışmaları yürütmüştür. Psikoloji alanında hem bireysel hem de aileler ile çalışarak hizmetine devam etmektedir. Çocuk-ergen ve ilişkiler konusunda danışan almakta kadının güçlendirilmesi yaklaşımı ve ekolojik aile ekolünün kendini daha iyi ifade ettiğini belirtmektedir.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Popüler Yazılar