“Ben senin için her şeyimi feda ettim.”
Bu cümle bazen bir sevgi ilanı gibi kulağa çalınır. Ama çoğu zaman, satır aralarında sessiz bir yük taşır: borçlu hisseden kişinin, kendi hayatından vazgeçişinin sessizliği. O an, sevgi bir hediyeye değil, bir senede dönüşür; görünmeyen bir sözleşme gibi bireyin özgürlüğüne imza atar.
Sevgi Bağından Suçluluğa
Aile… Doğduğumuz andan itibaren dünyaya açılan ilk penceremiz. Bizi koruyan, büyüten, hayata hazırlayan ilk bağ. Ancak bazı bağlar, zamanla ipten bir düğüme dönüşebilir. Sevgiyle başlayan ilişki, “borç ödeme zorunluluğu”na evrilirse, bireyin kimliğini şekillendiren bu yapı, aynı zamanda özgürlüğünü de sınırlayan, değersizlik hissettiren ve suçluluk duymaya iten bir gizli hapishane yaratabilir.
Çocuklukta verilen her tabak yemek, ödenen okul taksidi ya da geçirilen uykusuz geceler ileride sık sık hatırlatıldığında, çocuk zihninde şu düşünce yerleşir: “Ben, birinin fedakârlığı yüzünden varım. Ve bu yüzden ödemem gereken bir borcum var.” Bu, psikolojide **“koşullu kabul”**ün tipik bir örneğidir. Carl Rogers’a (1959) göre bireyin sağlıklı bir benlik geliştirebilmesi için sevgi ve kabulün koşulsuz olması gerekir. Aksi hâlde birey, sadece belirli şekillerde davranırsa sevileceğine inanır. Bu inanç da kişiyi gerçek kendiliğinden uzaklaştırır. Çünkü iç dünyasında, bilinçdışı boyutta farkında olmaksızın odaklandığı tek şey, borçlu olduğu kişidir.
Kültürün İnşa Ettiği Psikolojik Duvarlar: Aileye Adanmış Hayatlar
Kolektivist toplumlarda — özellikle Türkiye gibi aile odaklı yapılarda — bireyden, ailesi için “kendinden geçmesi” beklenebilir. Başarısı, mutluluğu hatta evlilik kararı dahi ailenin onayıyla anlam kazanır. Bu nedenle “ben” ile “biz” arasındaki sınırlar kolayca silikleşebilir. Hofstede’in kültürel değerler çalışmasına (2001) göre, bu tür toplumlarda bireyin karar alma yetisi, toplumsal normlar ve aile onayıyla iç içedir. Bu yapı, aidiyet hissi yaratsa da çoğu birey için kimliğini kurma sürecini zorlaştırır. Çünkü her kararın ardında görünmeyen bir izleyici vardır:
“Bunu yaparsam annem üzülür mü?”
“Babam bunca şey yapmışken ben bu hayali nasıl kurarım?”
Ve kişi zamanla alma-verme dengesini kaybederek kendi hayatının misafiri hâline gelir.
Minnettarlık mı, Yük mü?
Aileye minnettar olmak başka, bir ömür borç ödemeye çalışmak başka bir şeydir. Minnettarlık, sevgiyi besler. Borçluluk ise çoğu zaman suçlulukla el ele yürür. Çünkü duygusal borç hissi kişiye şunu fısıldar:
“Kendine ait bir hayat kurarsan bencil olursun.”
“Aileni yarı yolda bırakırsan kötü evlat olursun.”
Bu düşünce yapısı, bilişsel davranışçı terapide “bilişsel çarpıtmalar” olarak tanımlanır (Beck et al., 2004). Özellikle yüksek sorumluluk, kişiselleştirme ve duygusal akıl yürütme gibi çarpıtmalara sık rastlanır. Birey, ailesine karşı ne yaparsa yapsın “yetersiz” hissetmeye devam eder.
Psikolojik Etkiler: Hayatını Erteleyenler Kulübü
Duygusal borçluluk hissi, bireyin sadece ailesiyle değil, kendisiyle olan ilişkisini de bozar.
● Kendi isteklerini bastırır, hayatlarını ertelerler,
● Ailelerine hayır diyemez,
● Karar verirken yoğun suçluluk hisseder,
● Başarılarıyla mutlu olamaz çünkü “yetemediğini” düşünür,
● Kendi hayatına geç kaldığını hisseder,
● Ve zamanla, kim olduğu ile kim olmak zorunda olduğu arasındaki mesafede kaybolur.
Bu durum, Mahler’in (1975) geliştirdiği “psikolojik ayrışma” kuramı ile açıklanabilir. Çocuk, sağlıklı bireyleşme sürecinde ailesinden duygusal olarak ayrışmalıdır. Ancak sevgi, suçlulukla karıştığında bu ayrışma tamamlanamaz.
Çıkış Yolu: Sınırlar ve İyileşme
Bu döngüden çıkmak ve fark etmek elbette ki kolay değildir; çünkü duygusal borç genellikle görünmezdir. Maddi bir borç gibi yazılı bir senedi yoktur ama psikolojik faturası oldukça ağırdır. Psikoterapi sürecinde en çok üzerinde durulan kavramlardan biri duygusal sınırlardır. Bowen (1978), bireyin hem ailesiyle bağ kurabilmesi hem de sağlıklı sınırlar oluşturabilmesi gerektiğini vurgular. Bu bağlamda özellikle şema terapi ve bilişsel davranışçı terapi (CBT), bireyin geçmişten gelen bu otomatik borç ödeme şemasını fark etmesine yardımcı olur (Young et al., 2003).
Terapide kişi:
● Suçluluk yerine öz-şefkati koyar.
● Ailesini sevmekle kendine hayat kurmanın çelişmediğini öğrenir.
● Sevgiyle özveri arasında sınır çizmeyi başarır.
● “Hayır” demenin bencilce değil, sağlıklı olduğunu öğrenir.
Son Söz: Her Sevginin Bedeli Olmaz
Aileye duyulan sevgi, hayatın temel taşlarındandır. Ancak bu sevgi, bir borç listesine dönüşüyorsa, kişinin yaşam kalitesi gölgelenir. Gerçek sevgi, karşılıksız verildiğinde büyür. Unutulmamalıdır ki bireyin ailesinden “ayrılması”, sevgisinden vazgeçmesi değil; kendine ait bir kimlik ve yaşam kurma hakkını kabul etmesidir. Ve belki de en büyük sadakat; bir birey olarak var olmayı seçmektir.
Kaynakça
Beck, A. T., Freeman, A., & Davis, D. D. (2004). Cognitive therapy of personality disorders (2nd ed.). The Guilford Press.
Bowen, Murray (1978). Family Therapy in Clinical Practice. New York: Jason Aronson, Inc.
Hofstede, G. (2001). Culture’s consequences: Comparing values, behaviors, institutions, and organizations across nations (2nd ed.). Sage Publications.
Mahler, M. S., Pine, F., & Bergman, A. (1975). The psychological birth of the human infant: Symbiosis and individuation. Basic Books.
Rogers, C. R. (1959). A theory of therapy, personality, and interpersonal relationships: As developed in the client-centered framework. In S. Koch (Ed.), Psychology: A study of a science. Formulations of the person and the social context (Vol. 3, pp. 184–256). McGraw-Hill.
Young, J. E., Klosko, J. S., & Weishaar, M. E. (2003). Schema therapy: A practitioner’s guide. Guilford Press.