Bazı insanlar yalnızca yaşadıkları dönemin değil, çağlar boyunca insan aklının taşıyıcı kolonları olurlar. Galileo Galilei ve Giordano Bruno, tam da böyle iki adamdı. Ama onları ölümsüz yapan şey yalnızca bilimsel görüşleri değil; bu görüşleri savunma biçimleriydi. Biri hayatını kurtarmak için geri adım attı, diğeri geri adım atmadığı için yakılarak öldü.
Bu yazı, iki büyük zihnin psikolojik çatışmalarını, savunmalarını ve insan ruhunun o kadim sorusunu merkeze alıyor: Gerçek nedir ve onu savunmanın bedeli ne olmalıdır?
Galileo, teleskobunu göğe çevirdiğinde yalnızca yıldızlara bakmıyordu; Tanrı’nın elinden çıkmış bir düzenin gizemini çözmek istiyordu. Bruno ise göğe baktığında sonsuzluğu görüyordu; Tanrı’nın evrenle sınırlı olmadığını, hatta belki Tanrı’nın bir kalıba sığamayacağını düşünüyordu.
İkisi de düşündü. Ama biri inancını gözlemlerle yoğurdu, diğeri sezgilerini evrensel bir haykırışa dönüştürdü. İşte bu fark, onların psikolojik rotalarını birbirinden ayırdı.
Bruno, dogmalara meydan okuyan bir yürekle yürüdü. Onun için düşünmek, nefes almak kadar doğaldı ve bu uğurda ölmek, yaşarken susmaktan daha anlamlıydı. Fikrini geri çekmedi, çünkü içsel pusulası dışsal tehditlerden daha güçlüydü. Bu, Freud’un “süperego”suna kafa tutan bir egonun zaferiydi.
Jung’un deyimiyle, Bruno kendi “gölgesiyle” yüzleşmişti. Bastırılan arzularla değil, bastırılan hakikat ile temas etmişti. Ve o karanlık alanı sahiplenerek insanlığa ayna tuttu.
Galileo ise farklıydı. O da gördüklerine inandı, ama o da gördükleri yüzünden yargılandı. Ancak bir noktada geri adım attı. Bu, zayıflık mıydı? Yoksa yaşamak için verilmiş stratejik bir karar mı? Psikodinamik kuram bize der ki: Bastırmak, bazen hayatta kalmanın en sessiz biçimidir.
Galileo’nun geri adımı, bilinçdışı bir hayatta kalma savunmasıydı. “Rasyonalizasyon”la süslenmiş bir geri çekiliş. Ve belki de orada, en çok vicdanı acıdı.
Bu noktada asıl soru şudur: Hangisi haklıydı?
Hakikati haykırdığı için yakılan mı, yoksa onu fısıldamaya razı gelen mi?
Bu sorunun tek bir cevabı yok. Çünkü insan zihni tek katlı değildir.
Bruno’nun psikolojisi, “özgünlük” ve varoluşsal anlam arayışının kutsallığına dayanır. O, Viktor Frankl’ın deyimiyle, varoluşun anlamını hakikatte bulmuştu. Yaşam, o anlamı taşıyamıyorsa; ölüm bile onurlu bir çıkış olur.
Galileo ise yaşamı anlamın önüne koydu. Çünkü o, “bilgiyi hayatta kalarak yaymak” istiyordu. Ölümün mutlak sessizliğindense, fısıltının sürekliliğini seçti. Bu da bir anlam biçimidir.
Her iki adam da kendi ruhsal gerçeğini yaşadı. Biri “var olmak için” sustu, diğeri “var kalmak için” haykırdı.
Bu iki figürün zihinsel manzarasına baktığımızda, yalnızca bilimsel bir devrim değil, psikolojik bir gerilim filmi izliyoruz aslında.
Bir yanda, hakikati haykırdığı için yakılan bir adam.
Öte yanda, hakikati fısıldamaya razı gelen bir adam.
Biri gökyüzünü sonsuzlukla kutsadı. Diğeri yıldızları ölçtü ama diz çöktü.
Biri mağrur bir ateşin içinde sustu, diğeri diz çökerek konuşmaya devam etti.
Ve insan ruhu hâlâ o ikilikte bocalıyor.
Çünkü her birimiz, bir parçamızla Bruno, bir yanımızla Galileo’yuz.
Kimi zaman bağırarak yanmayı isteriz, kimi zaman hayatta kalmak için susarız.
Ve belki de en zor soru budur:
“İnsanı insan yapan şey, doğruyu söylemek midir? Yoksa doğruyu fısıldayacak kadar uzun yaşamaktır?”
İşte insan ruhunun trajedisi burada başlar.
Kaynakça
Freud, S. (1923). The Ego and the Id. London: Hogarth Press.
Frankl, V. E. (2006). İnsanın Anlam Arayışı (Çev. Y. Cansever). Okuyanus Yayınları.
Jung, C. G. (1959). The Archetypes and the Collective Unconscious. Princeton University Press.
Milgram, S. (1963). Behavioral study of obedience. Journal of Abnormal and Social Psychology, 67(4), 371–378.
Russell, B. (1945). A History of Western Philosophy. Simon and Schuster.