Cumartesi, Kasım 8, 2025

Haftanın En Çok Okunanları

Son Yazılar

Sessiz Bir Veda

Bazen bir şeylerin yavaş yavaş bizden uzaklaştığını hissederiz ama bunu o anda anlamlandırmayı başaramayız; kim bilir, belki de anlamlandırmaktan kaçarız.
Çünkü anlam, kaybı görünür kılar; adı konan şey artık geri dönülmez biçimde gitmiştir.

Zamanın içinde bir şeyler çözülür; isteklerimiz, ihtiyaçlarımız, hayatımız değişir.
Biz ise günlük telaşların arasında bu değişimin bazı bitişleri de beraberinde getirdiğini fark edemeyiz.
Belki de fark etmek istemeyiz; çünkü o farkındalığın bizi bazı vedalara yaklaştırdığını içten içe sezmişizdir.

O dönem, o insanlar, o konuşmalar, hepsi yerli yerindeymiş gibi görünürken aslında içten içe bir şey değişir.
Sevgi ve aidiyet adına yaptığımız şeyler artık bizi sevgi dolu şekilde karşılamaz olur;
o aidiyet hissinin artık bizi içine almadığını, onun dışına düştüğümüzü fark ederiz.

Biz değişiriz, onlar değişir; o ana ve o zamana ait olmayı artık sürdüremeyeceğimizi hissetsek bile, içimizde bir yan hâlâ aynı kalmak için çabalar.
Çünkü o yer, o kişi ya da o hâl yalnızca kötü değildir; içinde bir zamanlar bizi yaşatan, iyi gelen parçalar da vardır.
Uzaklaşmak, yalnızca acı vereni değil, bir dönem iyi geleni de bırakmak anlamına gelir.
O yüzden kolay değildir gitmek — insan bazen acının içinden değil, hatıraların sıcaklığından kopamaz.
Değişmek, iyiyi de geride bırakmayı gerektirir; ve belki de en çok bu yüzden ağır gelir bazı bitişler.

Bazense eski için çok çabalamışızdır.
Onu kendimize göre şekillendirirken fark etmeden biz de ona göre biçimlenmişizdir.
Zamanla o bağın içinde, onun ritmine ve sınırlarına uyarak değişmişizdir.

Onu dönüştürmeye çalışırken bazen kendimizden vazgeçmiş, bazen pes etmişizdir.
Sonra yeniden yeni bir şeye başlama ihtimali belirdiğinde, o çabanın baştan yaşanacak olması ürkütür insanı.

Yeni bir şey inşa etmenin ağırlığı, tanıdık olanı bırakmanın güvensizliği, yeniden çabalamak, yeniden zedelenmek, yeniden kırılmak…
Bütün bunlar, sonunda belki daha arzuladığımız bir yere çıkacak olsa bile girmeye çekindiğimiz bir yoldur.

Bu yüzden bazen eskide kalmak yalnızca duygusal bir bağlılıktan çok daha ağır bir hâl alır;
aynı zamanda kendi emeğimize, kendi dönüşümümüze tutunma biçimimiz olur.
Çünkü o uğruna çabaladığımız yerde bizden sonra bir başkasının, belki de bizim zamanında döktüğümüz gözyaşlarımız sayesinde o kadar uğraş göstermeden var olacağını bilmek,
bizimse yeniden baştan başlayacağımızı fark etmek, düşündüğümüzden çok daha zordur.

Artık iki yere de ait olmadığımızı hissederiz; ikisini de çok isterken, aynı anda ikisini de istemeyiz.
Bu hâl, insanın kendi içinde iki farklı yöne çekildiği, hangisinin “kayıp” olduğunu bile tam ayırt edemediği o içsel bölünme, bir ayrılığın en sessiz biçimidir.

Bu ayrılıklar, zaman geçtikçe belli belirsiz incelen bir ip gibidir.
İncelir ve incelir, ama sanki asla kopmayacakmış gibi gelir.
O kadar uzun süredir oradadır ki, varlığını fark etmeyi bırakırız.
Oysa ip her geçen gün biraz daha çözülür;
ve bir gün, biz ne zaman olduğunu tam kestiremesek de, en zayıf yerinden sessizce kopar.

Bitişlerin çoğu böyledir; ne bir söz söylenir ne de bir kapı kapanır.
Her şey olması gerektiği gibi görünür ama bir daha hiçbir şey aynı şekilde yaşanmaz.

Bazen o şeyi son kez göreceğimizi bilmeden ona her şeyimizle sarılırız;
ayrıldığımızda ise bir şeyler değişir ve bir daha onunla karşılaşamayız, bir daha asla eskisi gibi orada olamayız.

Bazen uzaklaşmaya bile gerek kalmaz; belki hâlâ o şeyle birlikte oradayızdır,
ancak bitişlere doğru içimizi kaplayan öfke, diğer hislerimizin önüne geçer.
O öfkeyi kusarız, o an bunun bizi rahatlattığını sanırız.
Ama zaman geçip öfke dindiğinde, içimizde garip bir ağırlık belirir.
Fark ederiz ki onun ne yasını tutabilmişizdir ne de üzerini örtebilmişizdir.

Veda edememişizdir; ne o şeye, ne de onun içinde kendimizden kalan parçaya.

Belki bizi yarıda bırakıp gidenler,
belki artık devam ettirmek istemediğimiz bir arkadaşlık,
belki tek duvarı sürekli küflendiği için öfkeyle ayrılmak istediğimiz küçük bir ev,
belki kendimizi ilk defa anlamaya başladığımız bir adres,
belki artık ihtiyacımız olmayan uyku arkadaşı bir oyuncak,
belki de bir aşk…

Ve hepsinin içinde, onlarla birlikte var olmuş hâlimiz hâlâ anımsayabileceğimiz kadar yakın,
ama şimdiye kıyasla erişilemeyecek kadar uzakta kalmıştır.

Bırakıp giderken o anların son olduğunu kimse bilmemiştir; biz de bilmemişizdir.
Şimdi geriye dönüp bakınca, o fark edilmeden geçen bitişlerin biriktiği bir sessizlik kalır içimizde.

Ne tam geçmişe aittir o sessizlik, ne bugüne; yalnızca arada bir yerde, yaşanmış ama tamamlanmamış hâliyle durur.
Ve bazen gecenin bir noktasında, her şey sustuğunda, o sessizliğin içinden geçen yankıyla yeniden karşılaşırız.

O an anlarız — aslında geride bıraktığımız şey, yalnızca bir dönem değil;
tamamlanmamış hâliyle içimizde yaşamaya devam eden bir parçamızdır.

Aslında hiçbir şey bitmemiştir çünkü bitmek, tamamlanmayı da beraberinde getirir.
O şey ise sadece adını koyamadığımız bir yerde kalmıştır.
Ne geri dönmemize izin verir ne de ilerlememize;
öncesinde ikisini de isterken, artık ikisi de bize çok uzak iki imkânsızlık hâline gelir.

Bu noktada anlarız ki eksikliği hissettiren şey, aslında o ana dönmek istemek de değildir.
Belki de o andan bu yana çok zaman geçmiştir; artık o ayrılığın yaşandığı zamanki hâlimiz olmadığımızı, o zamana geri dönemeyeceğimizi içten içe fark ederiz.

O ana dönemeyiz; ki dönebilsek bile, artık geriye dönmek ihtiyacımızı karşılamaz.
Yaşanmış olanı yeniden tecrübe etmek, aynı küflü duvarı görmek, aynı oyuncak bebeğe bir gece daha sarılarak uyumak, aynı kişilerle aynı fikirleri tekrar paylaşmak…
Bize artık hiçbir şey katmaz.

O anlar, bir zamanlar bizi var eden ama artık içimizde yankısı kalmış gölgeler gibidir.
Bir gece o bebeğe sarılıp uyusak bile, ertesi gün onu yeniden yerine koyarken anlarız:
O his aslında hiçbir yere gitmez, sadece tamamlanana dek içimizde sessizce yaşamayı sürdürür.

Bu yüzden artık bitmiş bir şeye geri dönmek bile bir işe yaramaz.
Ama işe yarayacak bir şey vardır: tamamlamak ve tamamlanmak.
Bir nokta koyabilmek, böylece devam edebilmek.

Çünkü bazen kapanış, bir şeyi onarmakla ya da ona yeniden ait olmakla değil;
artık onarılamayacağını ve bir daha ait olunamayacağını kabul etmekle,
tamamlanmayı hak ettiğine inandığımız ama bir türlü tamamlanamayan o hikâyelerimize,
sonunda yalnızca kendimiz için bir son yazabilmekle gelir.

Veda etmekle gelir.

Vedalarımızla birlikte yalnızca o yerlere,  kişilere ya da o şeylere değil;
bunların içinde şekillenerek var olmuş hâlimize de son bir kez dokunuruz.
O dokunuş ise aslında kendimize ettiğimiz bir vedadır.

Çünkü her ayrılıkta bize artık ait olmayan, ama bir zamanlar bizi var eden yanlarımızı — biraz da kendimizi — bırakırız geride.

Ve tam orada, veda ettiğimiz şeyle birlikte biz de değişiriz.
Artık şu an olduğumuz kişi, geçmişin yükünü taşımak zorunda kalmaz;
geçmişte kalan hâlimiz de sonunda dinlenir.
İkisi de birbirini serbest bırakır, sessizce.

Bu yazı da, tamamlanmamış olan her şeyi tamamlayabilmek için kendi payına düşen bir vedayı taşır. Okuyan herkesin içinde bir yerlerde, bir anlığına da olsa, yoluna eşlik edebilmiş ve vedalarımızın bizde bıraktığı ağırlığı biraz olsun hafifletebilmiş olma dileğiyle.

Teşekkür ederim.

Selen Erçelik
Selen Erçelik
Selen Erçelik, bağımlılık psikolojisi, travma danışmanlığı ve grup terapisi alanlarında uzmanlaşan özverili bir psikologdur. Yeditepe Üniversitesi’nde Psikoloji ve Rehberlik & Psikolojik Danışmanlık bölümlerinden çift anadal ile mezun olmuş, lisans eğitimini Onur Derecesi ile tamamlamıştır. Şu anda İstanbul Kent Üniversitesi'nde Klinik Psikoloji yüksek lisansına ve University of Derby'de Psikoloji Yüksek Lisansı programına eş zamanlı olarak devam etmektedir. Uzmanlığı; psikolojik travma, aile içi şiddet, danışmanlık becerileri, örgütsel psikoloji ve aile psikolojisi gibi alanlardaki ileri düzey akademik çalışmaları ve saha deneyimiyle desteklenmektedir.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Popüler Yazılar