Bu tür anlatılar, kültürle psikolojinin tam kesişim noktasındadır.
Ne yalnızca bir inanç meselesidir, ne de sadece tıbbi bir tanıya indirgenebilir.
Toplumda sıkça karşılaştığımız cin görme deneyimleri, ruh çağırma seansları ve doğaüstü korkular… Gerçekten paranormal bir gücün eseri mi?
Yoksa tüm bu anlatılar, insan zihninin derinliklerinde bastırılan duyguların ve kültürel kodların bir yansıması mı?
Bu makalede; korku hikâyelerinin neden özellikle kadınlar ve çocuklar arasında bu kadar yaygınlaştığını, “cin musallatı” olarak yorumlanan deneyimlerin aslında hangi psikolojik temellere dayandığını ve ruh çağırmanın kimi zaman neyin yerine geçtiğini inceliyoruz.
Freud’dan Maria Tatar’a, Ernest Becker’dan DSM-5’e uzanan bu yolculukta; korkunun yalnızca korkutmak için değil, anlam yaratmak için de var olduğunu göreceksiniz.
DSM-5’e göre, kültürel bağlam göz ardı edilmeden bir tanı konulamaz.
Çünkü kimi zaman bireyin yaşadığı içsel karmaşa, yaşadığı toplumun diliyle ifade edilir:
Cin olarak, gölge olarak, fısıltı olarak…
Cin Gördüğünü Söyleyen Kadın: Gerçek mi, Psikoz mu?
Yirmili yaşlarının sonlarında bir kadın gece uyurken uyanıyor.
Odasında bir gölge var. Gözleri kıpkırmızı. Kadına yaklaşıyor ama hiç ses çıkmıyor. Kadın donakalıyor.
Sonraki günlerde panik atak belirtileri, uyku bozuklukları, odada hâlâ birilerinin olduğunu hissetme…
Annesi bir hocaya götürüyor. “Cin musallat olmuş,” diyor hoca.
Ama birkaç hafta sonra bir psikiyatrist tarafından tanı konuluyor: psikotik bozukluk.
Cin mi gerçekten?
Yoksa zihnin bastırdığı korkular, travmalar, bilinçdışı imgeler mi?
Freud der ki: “Bilinçdışı, şiirsel konuşur.”
Belki de cin görmedik.
Ama çocukken yalnız kaldık.
Ve o yalnızlık gecenin bir vaktinde bize gölge gibi döndü.
Korku Hikâyeleri Neden Hoşumuza Gider? Özellikle Kadınlar ve Çocuklar
Karanlık çöktüğünde anlatılan hikâyeler…
Cinli kuyular, ağlayan gelinler, mezar taşı oynatan çocuklar.
Neden dinleriz bunları?
Çünkü korku, sadece korkutmaz.
Korku, aslında bir kolektif boşaltım aracıdır.
Kadınlar ve çocuklar, bastırılmış duygularını doğrudan ifade edemez.
Ama bir hikâye anlatılırsa—örneğin “Gelinlikli kadın geceleri ağlıyormuş”—hep birlikte o sessiz, görünmeyen kaygıyı paylaşmış oluruz.
Bir tür sosyal katarsis.
Psikolog Maria Tatar, çocuklara anlatılan karanlık hikâyelerin ahlak, sınır ve aidiyet hissi verdiğini söyler.
Ve bilinçdışı için korku, hayatta kalmayı prova etmektir.
Ayrıca, korku aynı zamanda bir duygu boşaltımı sağlar.
Kendimizi güvende hissettiğimiz bir yerde tehlikeyi hayal etmek, zihinsel bir tatmin sunar.
Bu bir çeşit kontrollü dehşet deneyimidir.
Yani o anlatılan “cadı kadın” ya da “siyah gölgeli adam” aslında içimizdeki bastırılmış korkuların hikâye formunda dışa vurumudur.
Türkiye’de Cin Anlatılarının Kültürel Serüveni
Türkiye’de özellikle kırsal bölgelerde cin anlatılarının geçmişi Osmanlı dönemine kadar uzanır.
Cinler, İslam inancı içerisinde gerçek varlıklar olarak tanımlanırken; halk arasında korkutucu, cezalandırıcı ve sınır koyucu figürlere dönüşmüştür.
Örneğin çocukların akşam ezanından sonra dışarı çıkmaması gerektiği öğüdü, sıklıkla “cin çarpar” korkusuyla desteklenir.
Bu, pedagojik olmayan ama etkili bir disiplin biçimidir.
Ayrıca 1990’lardan sonra sinema ve televizyon kültüründe cin anlatılarının artması (örneğin Dabbe serisi), bu korkuların kolektif bilinçte daha da pekişmesine yol açmıştır.
Ruh Çağırma Seansları: Kiminle Konuşmak İstiyoruz?
Kahve fincanı ve ortada bir mum.
Sessizlik.
“Burada mısın?” diye soran fısıltılar…
Ruh çağırma seansları genellikle ergenlik çağındaki kızlar arasında yaygındır.
Çünkü bu çağda kimlik, beden, ölüm, aidiyet gibi duygular çok yoğundur.
Ve bu pratikler aslında kontrolsüz bir psikolojik ritüeldir.
Bir araştırma (Univ. of Amsterdam, 2018), paranormal deneyimlerin %65’inin, daha önce travmatik bir kayıp ya da bastırılmış suçluluk duygusuyla bağlantılı olduğunu ortaya koymuştur.
Yani belki de o ruhu çağıran aslında bir kişiyi değil…
“Bir cevabı” çağırıyordur.
Bilinmezliğe Merak: Ölümden Sonra Ne Var?
Paranormal olana, cinlere ya da ruhlara duyulan ilginin temelinde bir soru yatar: “Ölümden sonra ne var?”
Bu soru öylesine güçlüdür ki, sadece dini değil, psikolojik ve kültürel pek çok anlatıyı şekillendirir.
İnsan zihni, belirsizlikten hoşlanmaz. Özellikle de ölüm gibi geri dönülmez ve tanımsız bir olayla karşı karşıya kaldığında.
Ruhlar, reenkarnasyon, musallat gibi kavramlar bu boşluğu doldurur.
Çünkü bilinmeyene bir isim vermek, kontrol hissi yaratır.
Psikanalist Ernest Becker’a göre, insanın en temel güdüsü ölüm korkusuyla başa çıkmaktır.
Ve çoğu kültürel anlatı—ister din, ister mit, ister hikâye olsun—ölümün yarattığı dehşeti yatıştırmak için inşa edilir.
Neden Kadınlar Daha Çok Anlatır, Daha Çok Dinler?
Korku psikolojisi bağlamında korku hikâyelerinin özellikle kadınlar arasında yaygın olması bir tesadüf değil.
Kadınlar tarih boyunca bastırılmış, duygularını doğrudan ifade edememiş bireyler olarak dolaylı yollarla konuşmayı öğrenmiştir.
Ve korku hikâyesi, tam da bu dolaylı anlatımın aracıdır.
Anadolu köylerinde kadınlar arasında yayılan “kuyuda yaşayan cin”, “gelinliğiyle intihar eden kız” gibi anlatılar aslında kadınlık deneyiminin travmatik yönlerini simgeler.
Kadın, yaşadığı yalnızlığı ya da bastırılmış öfkeyi anlatmaz.
Ama bir “kara saçlı hayalet kadın” figürü üzerinden hepsini aktarır.
Kolektif bilinçdışı bu anlatıları kuşaktan kuşağa aktarır.
Ve her anlatan kadın, aslında kendi sesini yeniden kurar.
Sonuç:
Cinler, ruhlar, ölümden sonra gelenler…
Hepsi insan zihninin bir çağrısı olabilir:
“Beni duy. Beni anla. Bana bir anlam ver.”
Kaynakça:
• Freud, S. (1919). The Uncanny.
• Becker, E. (1973). The Denial of Death.
• DSM-5. American Psychiatric Association.
• Tatar, M. (2009). Enchanted Hunters: The Power of Stories in Childhood.
• University of Amsterdam (2018). Paranormal Belief and Trauma Studies.
• Kaya, A. (2010). Türkiye’de Halk Anlatılarında Cin İmgesi.