Gelişimin Daralan Alanı
Çocukların gelişimsel süreçleri incelendiğinde; hiçbir zaman düz bir çizgi şeklinde ilerlemediği, bazen dalgalanmaların, iniş ve çıkışların olabildiği görülür. Örneğin sosyal-duygusal, bilişsel ve motor gelişim alanları; çocuğun maruz kaldığı çevresel uyaranlara, bakım koşullarına ve bireysel gelişim ritmine bağlı olarak sürekli bir değişim içindedir. Gelişim denilen olgu, tabiatı gereği durağan değil; dalgalı, çok boyutlu ve zaman zaman gerilemelerle ya da sıçramalarla ilerleyebilen bir süreçtir.
Ancak son yıllarda, bu dalgalı yapıya karşı gösterilen toleransın giderek azaldığı göze çarpmaktadır. Çocuklardan gelişimsel alanlarda erken yaşta, hızlı ve belirli kalıplara uygun biçimde ilerlemeleri yönünde beklentiler; yalnızca ebeveynlerle sınırlı kalmayıp, öğretmenlerden bazı uzmanlara kadar geniş bir çevrede yaygınlaşmaktadır.
Bu beklenti, çocuğun bireysel gelişim temposuna alan açmak yerine, onu belirli standartlara uymaya zorlayan bir anlayışı beraberinde getirmektedir. Sonuç olarak, gelişimin doğal farklılıkları bazen “sapma”, “gerilik” ya da “problematik davranış” olarak etiketlenmekte; bu da çocuğun asıl ihtiyaç duyduğu gelişim ihtiyaçlarının göz ardı edilmesine neden olmaktadır.
Tanılar Neden Bu Kadar Yaygınlaştı?
DSM (Diagnostic and Statistical Manual of Mental Disorders: Mental Bozuklukların Tanısal ve Sayımsal El Kitabı) gibi sistemler, şüphesiz ki psikiyatrik ve gelişimsel tanılarda ortak bir dil yaratılması açısından önem arz etmektedir. Ancak bu tanı sistemleri zamanla yalnızca tıbbi değil, kültürel bir işleve de sahip olmaya başladı.
Toplumsal dinamiklerde meydana gelen dönüşümlerle birlikte, özellikle gelişmiş ve kentleşmiş toplumlarda çocuklardan beklenen davranış repertuarı daralıp tekdüzeleşmeye başladı. Bir çocuktan her daim sessizce oturması, dikkat ve odaklanma süresinin çok uzun olması ya da kolayca komut alması bekleniyor. Bu çerçevenin dışında kalan davranışlar—ki birçoğu gelişimin doğal varyantlarıdır—giderek daha kolay bir şekilde dikkat eksikliği, hiperaktivite, otizm spektrumu, duyusal işlemleme bozukluğu gibi tanılarla eşleştiriliyor.
Tanı koyma eğiliminin kolaylaşmasında, eğitim sistemlerinin sınırlayıcı yapısı ve ebeveynlerin artan kaygısı da önemli rol oynuyor. Bu noktada tanı, sadece tıbbi bir sınıflama değil; aynı zamanda sistem içinde bir pozisyon edinme, hak talep etme ya da çözüm arayışında başvurulan bir araç hâline geliyor.
Gelişimsel Çeşitlilik Ne Zaman Etiketlenmeye Başlar?
Kimi çocuk geç konuşur ama motor becerileri çok gelişkindir. Başka bir çocuk çok iyi sosyal ilişki kurar ama dikkat süresi kısadır. Bu farklılıklar gelişimin zenginliğine örnek olarak gösterilebilir. Ancak günümüzde buna benzer bireysel farklar genellikle sapma olarak görülüyor. Çocuk bir yaş grubunun beklenen becerilerini karşılamadığında, bunun nedenlerini sabırla gözlemlemek yerine, genellikle hemen bir tanı sürecine yönlendirilmesi tercih ediliyor.
Halbuki bazı gecikmeler ya da belirti benzeri davranışlar, geçici olabilir. Ayrılık kaygısıyla okula gitmek istemeyen bir çocuk, birkaç ay içinde doğal bir şekilde bu süreci aşabilir. Ya da dil gelişimi sınırlı görünen bir çocuk, yoğun sosyal etkileşimle ani bir sıçrama yapabilir. Ancak bu geçici fazlar çoğu zaman tanısal sistemlerin süzgecinden “problem” sıfatıyla geçiyor.
Tanı, Yardım mı Sağlar Etiket mi Yaratır?
Bir çocuğa tanı koymak, aile, eğitimciler ve uzman tarafından doğru yönetildiği takdirde destek hizmetlerine ulaşmasını ve erken müdahale edilmesini kolaylaştırır. Ancak tanının hangi yaşta konulduğu, hangi gelişimsel analizlerle temellendirildiği, hangi çok boyutlu değerlendirme ölçütlerine dayandırıldığı çok kritiktir.
Özellikle okul öncesi dönemde tanı alan çocuklarda, bu tanılar zamanla bir “kimlik” hâline gelebilir. “Ben dikkat eksikliği olan bir çocuğum” ya da “Ben asosyalim” gibi ifadelerle erken yaşta benlik gelişimi sınırlanabilir. Ayrıca çevresindeki yetişkinler de “çocuğu olduğu gibi kabul etmek” adı altında bu etiketi pekiştirici davranışlar geliştirebilir. Çocuk yapabildiklerinden çok, yapamadıklarıyla tanımlanır.
Bu nedenle tanının işlevsel olup olmaması, yalnızca doğru tanı koymakla değil; aynı zamanda onu nasıl anlattığımızla ve çocuğun dünyasında nasıl konumlandırdığımızla da ilgilidir. Tanının bir çözüm aracına mı yoksa bir sınırlama duvarına mı dönüşeceğini belirleyen şey, çocuğun çevresinin bu bilgiyi nasıl kullandığıdır.
Sistem Baskısı ve Tolerans Eşiğinin Düşüşü
Eğitim kurumları, çocukların grup içinde işlevsel olmasını ister. Ancak teorikte böyle olmasa da ne yazık ki pratikte grup içindeki “standart çocukluk” tanımı, bireysel farklara çok az yer tanır. Özellikle sınıf mevcudu kalabalık, öğretim yöntemleri standart olan okullarda, gelişimsel olarak farklı ilerleyen çocuklar sistemin dışına itilme riskiyle karşı karşıyadır.
Bu da öğretmenleri ve ebeveynleri daha erken yaşta “tanı alma” yönünde motive eder. Çünkü bu şekilde ek destek alma, akademik beklentilerin yeniden düzenlenmesi ya da çocuğun davranışlarına dair daha hoşgörülü bir yaklaşım geliştirme ihtimali doğar. Ancak bu faydaların her biri, çocuğun gelişimsel zenginliğinin “bozukluk” olarak etiketlenmesi pahasına gerçekleşiyor olabilir.
Sonuç: Gelişimi Anlamak, Etiketlemekten Daha Değerlidir
Çocukluk, kimlik oluşumunun temellerinin atıldığı, inişli çıkışlı, eşsiz ve her çocuğun kendine özgü deneyimlediği bir dönemdir. Her gelişimsel özellik bir sinyal olabilir ama bu sinyalin ne söylediğini anlamak, onu hemen patolojiye indirgemekten çok daha değerlidir.
Uzmanlar, ebeveynler ve eğitimciler olarak öncelikli görevimiz, çocuğu bir tanıya indirgemek değil, onun gelişimsel bağlamını bütünsel olarak okuyabilmektir. Bu nedenle, her çocuğun gelişim süreci dikkatle izlenmeli, bireysel özellikleri göz önünde bulundurularak değerlendirilmelidir.