Bir sabah sosyal medyada ‘Kısmetse Olur’ kesitleri izliyoruz, akşam bir çiftin kavgasını tartışıyor, başka bir günse hayatımızdaki kaosları derinlemesine
yorumluyor, tabiri caizse ‘dedikodu’ yapıyoruz. Eğleniyoruz belki ama fark etmeden birçok şeyi de aynı anda yaşıyoruz: Kendimizi sosyal normlara, ilişkilere ve arkadaşlıklara karşı bakış açılarına göre tanımlıyoruz. Eski televizyon ekranlarında izlediğimiz ‘Kısmetse Olur’ ve yurtdışında buna benzer yayınlanan ‘Love Island’ bizi neden çekiyor? Peki bizi bu kurgusal gerçekliğe bağlayan ne: Kendimizi tanımlama ihtiyacı mı, yaşamak ve içinde bulunmak istediğimiz kaos ve sevgiyi görmenin rahatlatıcı etkisi mi, yoksa sadece eğlenmek mi?
Bu programların bizi neden izlemeye ve eleştirmeye ittiğine dair birkaç farklı teori kullanılabilir. Bu teoriler, izleme motivasyonlarımızın yüzeyde görünenin çok daha ötesinde olduğunu gösteriyor.
Sosyal Karşılaştırma Teorisi (Leon Festinger):
Düşünce, duygu ve davranışlarımızı değerlendirmek için başkasıyla kendimizi karşılaştırma eğiliminde oluruz. Kurgusal gerçeklik içerisinde boğulurken ve olayları yorumlarken “Ben olsam böyle yapmazdım”, “Benim yaşadığım ilişkiler daha güzel” veya “Keşke ben de böyle cesur olabilseydim” diyebiliyor olmak bu teoriye örnek olarak
gösterilebilir. Kendimizi karşılaştırırken amaç; kendimizden daha kötü olduğunu düşündüğümüz bir durumu izlerken daha iyi hissetmek veya kendimizden daha iyi durumda olduğunu düşündüğümüz birini izlerken ilham almak, kıskançlık ya da yetersizlik duygusunu deneyimleme ihtiyacı olabilir. Özellikle genç izleyiciler arasında, bu tür programlar kendi hayat standartlarını sorgulama sürecini tetikleyebilir.
Başka insanların özel hayatlarını gizlice izleme isteğini açıklayan Voyeurism, başkalarının kavga etmesini, ağlamasını, flört etmesini ve tartışmasını izleme arzusunu doğurur ve beyinde merak ile haz duygularını tetikler. Programa karşı duygusal olarak pasif bir katılım sağlar ve izleyicide programa karşı bir “hakimiyet hissi” yaratır. Bu hakimiyet hissi zamanla duyarsızlık ve aşırı yargılayıcılık gibi duygulara dönüşebilir. İnsanlar, başkalarının mahremiyetine tanıklık ettikçe kendi sınırlarını yeniden tanımlamaya başlar.
Erving Goffman’ın Benlik Sunumu Teorisi, sosyal durumlara göre bilinçli veya bilinçsiz olarak farklı davranma eğilimini içerir. Programlardaki katılımcıların izlendiğinin farkında olarak sosyal beklentilere göre davranması “sahne önü”nü, rol yapmayı bırakıp “gerçek benliğe” daha yakın olunması durumu ise “sahne arkası”nı ifade eder. Sahne önü, katılımcıların doğal kimlikleriyle medya kimliklerinin karışmasına yol açar. Sürekli rol yapmak, yarışmacılarda “gerçek benlik algısını kaybetme”, “değersizlik” ve “anksiyete” gibi etkiler yaratabilir. Goffman’a göre bu sürekli performans hali, bireyin benlik algısını kalıcı bir şekilde şekillendirebilir. Bir süre sonra, kişiler kamera karşısındaki davranışlarını gerçek kimlikleri olarak benimsemeye başlayabilirler.
Bu tür programların bilinçli tüketimi nasıl olur?
Unutulmamalı ki çoğu kurguya, montaja ve dramatizasyona dayanır; bu nedenle bir medya kurgusu olarak değerlendirilmelidir. İçeriklerin gerçekliği, yalnızca gösterildiği kadarıyla sınırlıdır; kamera arkasında yaşananlar genellikle bilinmez.
Bu programlar, izleyicinin bazı yarışmacılarla özdeşleşmesini, bazılarına ise öfke, hayranlık veya acıma hissetmesini sağlar. Bilinçli izleyici, bu duyguları benimsediği olayları kendine sorarak duygusal mesafesini korumaya çalışır. Bu sorgulayıcı yaklaşım, medyadan alınan etkilerin bireyin psikolojik bütünlüğünü bozmasını engelleyebilir.
Bilinçli izleyici, kendi hayatını bu yapay formatlarla kıyaslamamayı öğrenir. Gerçek ilişkilerin karmaşıklığını ve özgünlüğünü fark ederek, medyada sunulanların temsil değil, dramatize edilmiş birer kopya olduğunu bilir.
Eğer izleme sebebi artık kendine zarar veren bir hâl aldıysa (örneğin aşırı bağımlılık, negatif ruh hali), sınır koymayı bilir. Dijital detoks, içerik filtreleme ve alternatif etkinliklere yönelme gibi stratejiler uygulanabilir.
Reality show’lar yalnızca birer eğlence aracı değil; aynı zamanda bireylerin kendilik algılarını, sosyal ilişkilerini ve değer yargılarını şekillendiren güçlü psikolojik araçlardır. ‘Kısmetse Olur’ gibi programlar, izleyiciye yalnızca başkalarının hayatına tanıklık etme imkânı sunmaz, aynı zamanda kişinin kendini yeniden tanımlamasına da zemin hazırlar. Sosyal karşılaştırmalar, gözetleme arzusu ve benlik sunumu gibi psikolojik süreçler, izleme eylemini pasif olmaktan çıkarıp bireysel dönüşümün bir parçası haline getirir.
Bu nedenle bu tür içerikleri tüketirken yalnızca ne izlediğimizi değil, neden izlediğimizi ve nasıl etkilendiğimizi de sorgulamak önemlidir. Medya okuryazarlığını geliştirmek, hem bireysel hem de toplumsal düzeyde daha sağlıklı medya ilişkileri kurmak adına önemli bir adımdır.