Eskiden gülümsemek, bir nezaket göstergesiydi. Ancak son zamanlarda bu durum bir zorunluluk haline geldi. Özellikle sosyal medyada paylaşılan pozitif motivasyon cümleleri, “pozitif düşün, hayat sana gülsün” gibi mesajlar ve sürekli mutluymuş gibi davranma baskısı, birçok insanın gerçek duygularını bastırmasına neden oluyor. Sosyal medya bize şu düşünceyi aşılamaya başladı: Sürekli mutlu olmalıyız. İyi düşünmeliyiz. Hayat mükemmeldir. Kötü şeyler yaşasak bile mutlu ve güçlü olmalıyız. Gülmeliyiz. Gülümsemeliyiz. Üzülmemeliyiz, tükenmemeliyiz, yorulmamalıyız…
Üzgün olmak, yorgun hissetmek ya da tükenmişliği dile getirmek bile artık çevremiz tarafından “negatif” biri olmakla suçlanmamıza neden olabiliyor. Oysa duygular siyah-beyaz değildir. İnsan olmak, duyguların her tonunu yaşamayı gerektirir. Hayatın içinde tüm renkleri taşımak gerektiği gibi, duygularımızın da tüm tonlarına yer açmamız gerekir. Gökkuşağındaki renkler gibi; sadece neşeyi değil, üzüntüyü, yorgunluğu ve tükenmişliği de içinde taşıyabiliriz. Fakat sosyal medya üzerinden yayılan toksik pozitiflik kültürü, bizi “iyi olmak”tan çok daha uzağa taşıyor. Gerçek iyilikten koparıyor.
Peki nedir bu toksik pozitiflik?
Toksik pozitiflik, her durumda olumlu düşünmeyi dayatmak, olumsuz duyguları bastırmak anlamına gelir. Bu bastırma hali ise zamanla acılarımızı, üzüntülerimizi, hayal kırıklıklarımızı görünmez kılar. Yaşanmamış duygular, içimizde sıkışır kalır. Sağlıklı pozitiflikle toksik pozitiflik arasındaki fark burada ortaya çıkar.
Örneğin “Evet, şu an üzgünüm ama bu duygunun geçeceğini biliyorum.” cümlesi sağlıklı bir pozitifliğe işaret eder. Çünkü bu ifadede, kişi üzgün olduğunu inkar etmiyor. Duygusunu kabul ediyor ve içinde bir umudu da barındırıyor. Ancak “Boşver, güçlü ol”, “En azından o öldü, sen yaşıyorsun”, “Üzülme”, “Yeter ki gülümse” gibi sözler, duyguların üzerini örten ve onları geçersizleştiren toksik bir baskı yaratır.
Bu zorunluluğun kaynağı nedir peki?
Günümüzde sosyal medya bu baskının en güçlü kaynakları arasında. Kendini “yaşam koçu” ya da “motivasyon kaynağı” olarak tanıtan bazı influencerlar, duyguları bastırmayı adeta bir başarı kriteri gibi sunuyor. İnsanların acı yaşadıkları dönemlerde bile “duygularını belli etme”, “güçlü görün” gibi mesajlarla, kırılganlıklarımızı bir zayıflık olarak etiketliyorlar.
Bir diğer kaynak ise toplumun güçlü görünme beklentisi. Bu özellikle kadınlar ve gençler üzerinde daha baskın hissediliyor. Gençler için şu algı var: “Onlar bu ülkenin geleceği, güçlü olmak zorundalar.” Kadınlar içinse: “Her koşulda ayakta kalmalı, kimseye boyun eğmemeli, acılarını göstermemeli, dik durmalılar.”
Tüm bunların altında yatan temel düşünce şu olabilir: “İnsanlar başkalarının acılarını görmekte zorlanıyor.” Çünkü birinin üzüntüsünü görmek, kendi içimizdeki karanlıkla yüzleşmek anlamına gelebilir. Ve bu çoğu zaman rahatsız edici olabilir. Bu yüzden mutsuzluk, yorgunluk, çaresizlik ve kırılganlık görünmez kılınmak istenir.
Peki toksik pozitifliğin psikolojik etkileri nelerdir?
Bastırılan duygular zamanla tükenmişliğe yol açar. Ve biz bu tükenmişliği bile bastırmaya çalıştığımızda, çıkışsız bir döngü içinde kayboluruz. Sürekli mutluymuş gibi davranmak, gerçek duygularımızdan uzaklaşmamıza neden olur. Sosyal medyada sürekli gülen yüzler arasında kendini mutsuz hisseden biri, “Ben neden böyle değilim?” diye düşünür. Gerçekten mutsuzken bile gülen bir fotoğraf paylaşmak, içsel bir yetersizlik duygusu yaratabilir.
Ayrıca bu baskı, ikincil travmalara da yol açabilir. Örneğin yas tutarken bile güçlü görünme baskısı hissedilir. Oysa yas, bir kaybın ardından yaşanan en doğal süreçtir. Böyle bir dönemde “Boşver, ölümlü dünya” gibi geçiştirici cümleler duymak, kişinin yas sürecini sağlıklı bir şekilde yaşamasına engel olur.
Peki ne yapabiliriz?
İlk adım, duygulara alan açmak. Üzgün, öfkeli, kaygılı olmak da insani duygulardır. Bunları bastırmak yerine fark etmek ve yaşamak gerekir. Gerçek duygularımızı paylaşabileceğimiz güvenli ilişkiler kurmak çok önemlidir. Toksik pozitifliğe karşı farkındalık geliştirip, gerekirse sınır koyabilmek gerekir. Birine “Lütfen bana güçlü ol deme, bu duyguyu yaşamak istiyorum” diyebilmek, bir tür kendine saygı ifadesidir.
Bazen güçlü görünmek değil, incinmişliğimizi saklamadan var olmak daha cesurcadır. Yakın zamanda bir arkadaşım çok ağladığını söylediğinde, ona bunun son derece doğal olduğunu anlattım. Ağlamanın bir zayıflık değil, duygu ifadesi olduğunu söylediğimde şaşırdı. Bu bile, bize dayatılan “iyi görünmeliyim” baskısının ne kadar güçlü olduğunu gösteriyor.
Gerçekten iyi olmanın yolu, kendimizle bağ kurmaktan geçiyor. Duygularımın her birini olduğu gibi kabul etmek. Sağlıklı pozitiflikle toksik pozitiflik arasındaki farkı görebildiğimizde, hem kendimize hem de başkalarına karşı daha şefkatli olabiliriz. Bazen gülümsemek bir nezakettir, bazen ise içimizdeki hüznü yaşamak en büyük cesarettir.
Çok doğru bir tespit. Duygular yaşanarak hayat anlam kazanmakta. Aksi taktirde bize biçilen rollere göre şekillenerek yaşamak yorucu olacaktır. Rol yapmak belli bir süreden sonra nelerden hoşlandığını, nelerin seni üzdüğünü unutturarak; seni sen yapan tüm özelliklerini kaybetmene sebebiyet vermekte. Tüm mesele kendin olmak ve kabul görmek arasında karar vermek aslında. Başarılarınızın devamını diliyorum Sayın Berfin Balakan 🙂
Çok teşekkür ediyorum🤍