Her şeyin anlamsız geldiği dönemler, yapılanların çok ama tatminin az olduğu zamanlar… İnsanın, kendini ilk kez fark ettiği zamandan bu yana sorduğu o kadim sorunun yankısı duyulur içimizde: “Neden varım? Bunun anlamı ne?”
İnsan, varoluşunun anlamını sorgulayan ve yaşamın amacını arayan tek canlıdır. Hayvanlar sadece yaşar ve ölürken; insan, yaşam, ölüm ve anlam arayışı gibi soyut kavramları düşünebilecek bir bilince sahiptir. Belki de bizi diğer canlılardan ayıran tam olarak budur: Bilincin getirdiği ağırlık ve anlam ihtiyacı.
İnsan doğar, büyür ve daha erken yaşlardan itibaren ölümün kaçınılmazlığının farkına vararak yaşar. Bu farkındalık, beraberinde kaçınılmaz sorgulamaları da getirir. Ölümün bilinmezliği, ya da bir son oluşu, bizde içgüdüsel bir biçimde “tamamlanması gereken bir şey” hissini doğurur. Sanki bu dünyada bir işimiz, yerine getirmemiz gereken bir görevimiz varmış gibi…
Peki insan, bu “tamamlanması gereken işi” nasıl bulur?
Kimi, inanç sistemlerine sığınır; anlamı kutsal metinlerde ya da ilahi bir varlıkla kurduğu ilişkide arar. Kimi sanata yönelir, bilimle uğraşır, üretir; iz bırakmak, bir şeyleri değiştirmek, dönüştürmek ister. Kimi ise ilişkilerde anlam arar, ait olma hissinde bulur aradığı anlamı. Ama bazen hiçbir şey yeterince tatmin edici gelmez. Ne yapılan işler, ne başarılar, ne de kurulan ilişkiler… Hepsi gelip geçici, yüzeysel ya da eksik hissedilir.
İşte bu noktada, kişinin hayatla olan bağı zedelenir. Anlam yoksunluğu, sadece bir düşünsel boşluk değil; aynı zamanda ruhsal bir sarsıntıdır. Kimi zaman bu sarsıntı dış dünyaya karşı sessizdir ama içte büyük fırtınalar koparır. Bu içsel boşluk, bireyin kendini ait hissedememesine, yaşama karşı yabancılaşmasına neden olabilir. Hatta zamanla, depresif duygulara, varoluşsal kaygılara ve yaşamdan çekilme isteğine dönüşebilir.
Varoluşsal psikoloji kuramcılarından Viktor Frankl, “İnsanın anlam arayışı”nın en temel motivasyon olduğunu söylerken, aslında bu sarsıntının derinliğine işaret ediyordu. Frankl’a göre, acı bile anlamla yoğrulduğunda taşınabilir hale gelir. Ama anlam yoksa, en küçük sıkıntı bile insanı yerle bir edebilir.
Frankl, toplama kampı deneyimlerine dayanarak, insanın en kötü koşullarda bile bir “neden” bulduğunda hayata tutunabileceğini söyler. “İnsanın elinden her şey alınabilir; ancak bir şeyi, son özgürlüğü bırakılamaz: Kendi tutumunu seçme özgürlüğü.” der. Bu söz, bireyin yaşama karşı duruşunun, anlam yaratımında ne kadar belirleyici olduğunu gösterir. Acının içinde bile bir anlam varsa, insan dayanabilir; hatta gelişebilir.
Terapötik süreçte anlam arayışı, özellikle varoluşçu terapi ve logoterapi uygulamaları çerçevesinde önemli bir yer tutar. Danışan, bazen yalnızca depresyon, kaygı ya da boşluk hissiyle değil, yaşama dair bir yön kaybıyla gelir. Bu durumda terapist, yalnızca semptomları azaltmaya değil, aynı zamanda kişinin kendi anlamını yeniden keşfetmesine rehberlik eder. Bu, pasif bir bekleyişten çok, aktif bir yeniden inşa sürecidir.
Terapist, danışanın değerleri, seçimleri, yaşam deneyimleri ve özgürlük alanlarını keşfetmesine alan açar. Anlam, dışarıdan bir yerde bulunması gereken sabit bir nesne değil; çoğu zaman kişinin kendi içinde inşa ettiği bir süreçtir. İnsan, kendi yaşamına dair anlamı yeniden yazabilen bir varlıktır. Bu nedenle terapi, yalnızca iyileştirme değil; yeniden inşa etme sürecidir.
Kimi zaman bu anlam, çok büyük ideallerde değil, gündelik hayatın küçük anlarında filizlenir: Bir dostla kurulan samimi bir sohbet, sokakta karşılaşılan bir tebessüm, sevilen bir uğraşa verilen zaman… Terapötik yaklaşımda bu küçük ama özlü anlar, danışanın hayatla yeniden bağ kurmasına yardımcı olur. Anlam arayışı, bir sonuca ulaşmaktan çok bir yolculuktur; ve bu yolculukta fark edilen her küçük detay, kişinin kendine biraz daha yaklaşmasını sağlar.
Her bireyin anlam arayışı kişiseldir ve bu farklılık, insan deneyiminin zenginliğini gösterir. Kimileri için anlam bir çocuk büyütmek, bir topluluğa katkı sunmak, bir sanatı yaşatmak ya da bir hayvana yuva olmaktır. Kimileri içinse sadece varoluşla barışmak ve anda kalabilmek… Terapötik süreçte bu çeşitlilik saygıyla karşılanır; kişi kendi anlam haritasını çizerken, terapist yalnızca pusula olur. Çünkü anlam, başkasının göstereceği bir yol değil; bireyin kendi içsel yolculuğunda adım adım keşfedeceği bir yönelimdir.
Anlam arayışı asla tamamlanması gereken bir hedef değil, belki de hiçbir zaman tamamen tamamlanmaz. Ancak bu yolculuğun kendisi bile çoğu zaman, hayatı daha yaşanabilir ve derin kılar. Ve belki de mesele, anlamı bulmak değil; anlamla ilişki kurmak ve yaşarken buna alan açabilmektir.
Çünkü bazen en sessiz çığlık, içimizdeki “neden?” sorusunun cevapsız kalmasıdır. Ama aynı zamanda, en derin iyileşme de bu soruya içten bir yanıt aramaya cesaret ettiğimizde başlar.