Salı, Ağustos 5, 2025

Haftanın En Çok Okunanları

Son Yazılar

Hayatta Kalmanın Sırrı; ÖZGÜRLÜK

Hepimiz ebeveynlerimizin bize miras bıraktığı yükleri taşırız. Kimimiz o yükü atabilir, kimimiz hep cebimizde taşır hatta belki biz de çocuklarımıza bırakırız. Örneğin otoriter bir ebeveynlik yapısı ve özgürlükçü çocuğu ele alalım. Ebeveynin kişiliği geleneksel, saygıyı itaat etmenin figürü olduğuna inanan kişilik yapısına sahiptir. Çocuk üzerinde güçlü bir kontrol kurmak önemli bir hedeftir. Bu tarz ebeveynler genelde düşük seviyede empati gösterebilme, yüksek düzeyde itaat talebi, sevgi ve kabullenmeyi koşullara bağlama özellikleriyle karşımıza çıkar. Ebeveyn çocuğun kendisi için biçtiği planlara uygun şekilde hareket etmesini bekler fakat bu beklenti karşılanmaz. Bu durumda da çocuğa otoriteyi hiçe saydığı için ters ve sert bir tavır alır. Çocuğun planları ebeveynin planlarını tehdit eder ve ebeveyn tarafından reddedilmeyle karşı karşıya kalır. Bu durum da geleneksel yapıya sahip baskıcı ebeveyn için bir saygısızlık göstergesidir.

Anadolu kültüründe erkeklerin duygularını kolayca ifade etmekten kaçındığı toplumda birey, genellikle çevresiyle sağlam duygusal bağ kurmaktan ve duygudan kaçınır; ya da daha çok olumsuz duygularını gösterme eğilimi gösterebilir. Bireysel özgürlüğe ve kendi kararlarına önem veren çocuk; ebeveynin otoriter ve baskıcı tutumunu reddeder. Ebeveynin sevgiyi şartlandıran tutumu çocukta farklı bağlanma biçimleri geliştirmesine sebep olabilir. Çocukta kendini sürekli ispat edebilme çabası ortaya çıkar. İşte bu noktada özgürlük, çoğunlukla ihtiyaçtan doğmuş bir savunma halidir. Yani içsel bir değerden çok hayatta kalabilme stratejisidir. Bu durumda da en sık kaçıngan bağlanma biçimi geliştirilir. Bu bağlanma biçimiyle çocuk; “Duygusal ihtiyaçlarımı bastırırsam daha az kırılırım.”, “Bağımsız olursam kimseye ihtiyaç duymam.”, “Kendime yetersem kimse beni terk edemez.” gibi çarpık inancı benimser. Böylece çocuk dışarıdan özgürlükçü hatta olgun bir birey gibi görünür. Ancak içeride derin bir yalnızlık ve sevgiden yoksunluk yatar.

Bu kişilik yapısını geliştirmiş bireyler, yakın ilişkiler kurmakta zorluk, yardımı zayıflık, sınır yerine duvar koymayı ve sevgiyi hak etmeyi değil “fazla olmamayı” öğrenmiştir. Yani bağ kurmak istemediğinden değil, bağ kurmayı koşullandırıldığı için kurmaz. Bazen şu da olabilir; eğer çocuk çok yaratıcıysa, içe dönükse, kendi dünyasına gömülmeyi seçmişse (örneğin kitaplar, hayal gücü, doğa), bu özgürlükçülük onun kendi kendini yatıştırma yöntemi olabilir. Ama yine de bu içsel özgürlük, başkalarıyla duygusal teması geliştirmezse, kaçıngan bağlanma pekişir.

Bu durumu John Bowlby ve Mary Ainsworth’un bağlanma kuramı ile açıklayacak olursak; baskıcı ebeveyn, çocuğun duygusal ihtiyaçlarını ya yok sayar ya da onları “fazlalık” olarak görür. Çocuk duygusal olarak geri çekilir çünkü ihtiyaçlarının karşılık bulmadığını öğrenmiştir. Bu da kaçıngan bağlanmaya yol açar. Çocuk şöyle öğrenir; “Yakınlık, baskı getiriyor. En iyisi kendi başımın çaresine bakayım.” Özgürlükçü davranış, bu kaçınganlığın dışavurumudur ama özünde bağımsızlık değil, duygusal korunma stratejisidir. Çocuk kendi özdeğerini kuramaz ve özgürlüğü, duygusal temasın yerine koyar. Bu, sağlıklı bireyselleşme değil; izole edilmiş bir “yalnızlıkla başa çıkma” becerisidir.

Melanie Klein’in İçsel Çalışma Modelleri ve Nesne İlişkileri kuramıyla olayı şöyle yorumlayabiliriz. Çocuk, ebeveyni “baskıcı” ve “tehdit edici” olarak içselleştirir. Bu, çocuğun hem kendisiyle hem dünyayla ilişkisini bozar: “İnsanlar üzerimde tahakküm kurar, ben kendimi onlardan korumalıyım.” Böylece çocuk, duygusal ilişkileri potansiyel tehdit gibi kodlar. Yakınlık onun için kontrol edilme riski taşır. Özgürlükçü yapısı, bağ kurmaktan çok uzak durma stratejisine dönüşür. Birey için ilişki demek sınır ihlali demektir.

Aynı durum için Rogers der ki: “Koşulsuz kabul görmeyen çocuk, gerçek benliğini bastırır ve toplumsal beklentilere uyan sahte bir benlik geliştirir.” Bu çocuk da özgür görünür ama aslında “kendini koruma zırhı” giymiştir. Baskıcı ebeveyne karşı kendi kararlarını kutsallaştırır çünkü başka alanı kalmamıştır. Özgürlük, çoğu zaman bir hak değil, bir hayatta kalma yolu olarak öğrenilir. Otoriter bir ebeveynin çocuğu için bu “özgürlük”, genellikle bir seçim değil; duygusal baskının, bastırılmış ihtiyaçların ve karşılıksız bırakılmış sevginin sonucunda gelişen bir savunmadır. Bu çocuklar büyürken dışarıya güçlü, bağımsız, mesafeli bir benlik sunarlar. Ancak iç dünyalarında görülmeye, sevilmeye, anlaşılmaya dair derin bir özlem taşırlar. Yakınlık onlar için hâlâ tehlikedir. Çünkü geçmişte, sevgiyle temas etmek itaat etmek demekti, kendinden vazgeçmek demekti. Bu noktada özgürlük, bir değer olmaktan çıkıp “yalnız kalırsam güvendeyim” düşüncesinin maskesi haline gelir. Bu yüzden bu çocukları anlamak, onları “ne kadar kendine yetiyor” diye değil; “ne kadar kendini korumaya çalışıyor” diye görmek gerekir. Çünkü belki de en çok ihtiyaç duydukları şey, birinin gelip onlara şunu söylemesidir: “Sen sadece yeterli olmak zorunda değilsin. Sevgi, senin kendin olma haline de gelebilir.”

Gerçek özgürlük, duvarlar örmekte değil; gerektiğinde biriyle birlikte kırılabilmeyi göze almakta gizlidir. Ve belki de en zor kabul edilen gerçek şudur: Sevgiye aç kalmış bir çocuk, büyüdüğünde sevgiden kaçar hâle gelir. Çünkü kalbinin en savunmasız yerinde bir zamanlar “sevmek, boyun eğmekti”. Bugün “özgürlük” diye sarıldığı şey, belki de sadece kırılmamak için kurduğu sessiz bir kaleydi. Ama unutulmamalı; hiçbir çocuk sevgiden kaçarak büyümez. Kaçar çünkü sevilmenin bedelini çok ağır ödemiştir. Çünkü sevgi veren kişiye kendini teslim etmek, itaat etmektir. Çünkü sevgi koşullu verilmek istenmiştir. Ve bu bedeller yüzünden, bazen en çok sevgiye ihtiyaç duyanlar, onu en uzağa itenler olur. İşte bu nedenle, özgür görünen ama içten içe temas arayan ruhları yargılamadan anlamaya çalışmak, belki de onlara verilebilecek en büyük şefkattir.

Kudret Sarıkaya
Kudret Sarıkaya
Bahar Altaş, Boğaziçi Üniversitesi Psikoloji Bölümü'nün üçüncü sınıf öğrencisidir ve spor psikolojisi ile klinik psikoloji alanlarında staj yaparak önemli deneyimler edinmiştir. Bu süreç, Bahar'ın gelecek planlarını şekillendirerek klinik yüksek lisans yapmayı ve spor psikolojisi alanında eğitimler almayı hedeflemesine yol açmıştır. Çocuk psikolojisine olan ilgisiyle, çocuk gelişimi üzerine çeşitli çalışmalarda yer alarak bu alanda kendini geliştirmeye devam etmektedir. Psikoloji ve yazarlığa olan tutkusu, Bahar'ı her iki mesleği bir arada yapma fırsatını bulmaya yönlendirmiştir. Ayrıca, psikolojiyle ilgili yazılarını çeşitli platformlarda yayımlayarak insanları bilinçlendirmeyi ve bu konuları anlaşılır bir dilde aktararak geniş bir kitleye ulaştırmayı hedeflemektedir.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Popüler Yazılar