Hayal et…
Bir çiftliğin var.
Kocaman, bereketli bir çiftlik. Ekinlerin, bostanın, meyve ağaçların, tavukların, belki birkaç koyunun var. Toprak ellerine sinmiş; sabahları gün ışığıyla uyanıyor, akşamları yıldızlarla konuşuyorsun. Kendine yetiyorsun. Dahası, mutluyum diyorsun.
Ama bir gün…
Çiftliğinin dışındaki yolda yürürken bir portakal ağacı görüyorsun. Daha önce hiç tatmadığın bir lezzet. Kabuklarından yayılan narenciye kokusu başını döndürüyor. Hayati bir ihtiyaç olmadığını biliyorsun aslında. Çiftliğin gayet iyi. Ama içinden bir ses diyor ki: “Farklı bir tat güzel olabilir.”
O portakal ağacını alıp bahçene dikiyorsun. İlk zamanlar güzellikler getiriyor sana. Gölgesi başka, meyvesi başka… Ama sonra fark etmeden, ona su taşırken kendi ekinlerini ihmal etmeye başlıyorsun. Ona en verimli toprağını veriyorsun. Gün geliyor, evinden bir duvarı yıkıp köklerini uzatması için alan açıyorsun. Kendi ağaçlarını kesiyorsun, çünkü güneşini portakal ağacına kaptırıyorlar.
Sonra bir sabah…
Portakal ağacı, o canlı turuncu meyveleriyle, sanki hiçbir şey olmamış gibi sana diyor ki: “Ben artık gitmek istiyorum.”
Ve sen dönüp bahçene bakıyorsun.
Evinden bir duvar yok. Ekinlerin kurumuş. Bostan çorak. Hayvanların aç. Ve elinde sadece gitmek isteyen bir portakal ağacı var.
İşte ilişkiler bazen tam da böyle.
Hayatımıza giren insanlar birer portakal ağacı. Hepsi olmasa da bazıları. Kimi yeni tatlar getirir, dünyamızı zenginleştirir. Ama içimizde, bazen kıymetimizi bile unutturan bir açlık vardır: Sevilme açlığı. Onaylanma açlığı. Özel hissetme açlığı.
Ve işte o noktada, kendi çiftliğimizi, kendi bahçemizi feda etmeye başlarız.
Oysa hiçbir portakal ağacı, bizim kendi çiftliğimizin yerini tutamaz. Çünkü portakal ağacı misafirdir. Kendi köklerini taşır. Kendi gölgesini, kendi meyvesini… Ve ne zaman gitmek isterse, gider.
İlişkilerde sınır çizmek, bazen bencillik gibi algılanır. Özellikle bizim gibi “önce başkası” diye büyütülmüş toplumlarda. Ama kendi toprağını korumak bencillik değil, hayatta kalma stratejisidir. Sevgi, paylaşmak demekse, önce paylaşacak bir şeyimiz olmalı.
Ben klinik psikolog olarak her gün şunu görüyorum:
İnsanlar bahçesini kaybetmek pahasına portakal ağacını tutmaya çalışıyor. Oysa sağlıklı bir ilişki, seni kendi çiftliğinden vazgeçmeye zorlamaz. Tam tersine, ekinlerini daha gür, meyvelerini daha tatlı yapar.
Bu, sadece romantik ilişkilerde geçerli değil.
İş ilişkileri de bazen birer portakal ağacı. Ailenin, dostlarının, sosyal çevrenin içindeki bazı bağlar da. Onları elde tutabilmek için kendimizi törpüleye törpüleye bir gün tanınmaz hâle geliriz. Ve portakal ağacı gitmek istediğinde, elimizde ne portakal kalır ne de çiftlik.
Peki, ne yapmalı?
Önce dur. Kendi çiftliğine bak.
Neler var senin bahçende?
Kendine yetebiliyor musun? Hayatın ne kadarını başkaları dolduruyor? Kendi ekinlerin, meyve ağaçların, tavukların, evin… Bunları kimseye vermeden, kendi elinde tutabiliyor musun?
İlişkilerin, sana meyve veren, ama senin de kök salmana izin veren ilişkiler mi? Yoksa seni yavaş yavaş tüketen, günün birinde çekip gitme ihtimaliyle seni korku içinde tutan portakal ağaçları mı?
Unutma: Portakal ağacı senin bahçene girebilir. Hatta zaman zaman bahçeni güzelleştirebilir.
Ama senin bütün çiftliğini kaplamasına asla izin verme. Çünkü senin çiftliğin, senin yaşam alanın, senin kimliğindir.
Ve hayat bazen, en sessiz ama en büyük kayıplarımızı şöyle fısıldar:
“Portakal ağacı gittiğinde, geriye ne kalıyor?”
Senin bahçende neler var?
İşte bütün mesele bu.
Ve belki de en büyük cesaret, bir portakal ağacına “Hayır” diyebilmektir.
Çünkü kendi çiftliğini koruyabilen bir insan, asla meyvesiz kalmaz.
Ama kolay değil…
Çünkü bazen portakal ağacı gitmek istemez. Tam aksine köklerini daha da derine salar. Seni sana yabancılaştırır. Sana kendini borçlu hissettirir. Onun için yaptığın fedakârlıkları “aşk” zanneder, buna tutunursun. Çünkü zihnin sana şöyle fısıldar: “Bu kadar verdim, geri dönemem…”
Oysa geri dönmek zorundasın.
Bir terapist olarak en çok şunu görüyorum: İnsanlar hayatlarında bir ilişkiye, bir işe, bir arkadaşa, bir aile bireyine o kadar çok yatırım yapıyor ki; geri adım atmak, sanki koca bir ömrü çöpe atmak gibi geliyor. Oysa bazen kurtuluş, “zararın neresinden dönersen kâr” demekte.
Çiftliğine dönmek zorundasın.
Tekrar kendi toprağını kazmalısın. Belki bostanını yeniden ekeceksin. Belki yıllarını alan duvarları yeniden öreceksin. Yorgun olabilirsin. Ama göreceksin: O toprak hâlâ senin. Ve hâlâ yeşerebilir.
İlişkilerde sınır koymak, karşındakini itmek demek değildir. “Sen yoksun” demek değildir.
Tam tersine, “Sen varsın, ama ben de varım” demektir. Kendi alanını korumak, sevgiye engel değildir; gerçek sevginin teminatıdır. Çünkü gerçek bağ, iki ayrı kökün, birbirine zarar vermeden yan yana büyümesiyle olur.
Senin çiftliğin varsa, istediğin kadar portakal ağacı dikebilirsin. Hatta hayatını zenginleştirirler. Ama ne zaman ki çiftliğini onlar için yakarsın, işte o zaman hem kendini kaybedersin hem de o portakal ağacını…
Benim çiftliğimde ne var biliyor musun?
Benim çiftliğimde kalemim var. Düşüncelerim, inançlarım, değerlerim var. Sabah kahvemi içtiğim pencere, geceleri yıldızlara bakarken sessizce düşündüğüm köşe var. Kendimle baş başa kalabildiğim, nefes alabildiğim bir alan…
Bazen bu alanı bile, bir portakal ağacı için feda edecek gibi oluyorum. Ama sonra kendime soruyorum: “Portakal ağacı gitse, ben neyle kalırım?”
Ve dönüyorum kendi toprağıma.
Çünkü biliyorum ki: Hayatta en büyük yalnızlık, çiftliğini kaybetmektir.
Senin bahçende neler var?
Ve belki de asıl soru şu: Onları kimin için feda etmeye hazırsın… ve kimin için asla etmeyeceksin?
İşte, bütün hikâye burada başlıyor. Ve burada bitiyor.
Çünkü hayat bazen tek bir seçimden ibaret: Bahçeni mi koruyacaksın, yoksa bir portakal ağacına mı vereceksin?