Ruh sağlığına dair söylenenler çoğunlukla büyük travmalar, ağır kayıplar ya da keskin krizler merkeze alınarak bina edilir. Depresyon, panik bozukluk ya da travma sonrası stres bozukluğu gibi çarpıcı ve yankı uyandıran tanılar, elbette ki yaşamsal anlatıların taşıdığı duygu yoğunluğu itibariyle dikkat çekici bulunur. Ancak ruh sağlığı sorunları her zaman bu kadar net bir şekilde sahneye çıkmaz.
Bazen, insanın enerjisini süzen, ruhunu uyuşturan ve tarifi zor bir tükenmişliğe sürükleyen şey, ne dramatik ne de yıkıcı plandadır. Mesele, gündelik hayatın dokusuna ustalıkla gizlenmiş, zararsız gibi görünen ama sürekli devam eden stres etkenlerinin sinsice birikmesidir. Terminolojik olarak, bu tür küçük ama sık tekrar eden gerilim kaynaklarına mikrostresör denir.
Peki nedir bu mikrostresörler?
Yatağın içinde dönüp durduktan sonra üçüncü alarmda kalkmak. Kalabalık bir minibüste bozuk para aramak. Gelen kutusunda biriken okunmamış mesajları kaygıyla taramak. WhatsApp’ta “görüldü” ibaresinden arta kalan sessizlik. Kaldırımda yürürken birinin size çarpıp hiç istifini bozmaması…
Bunların her biri, tek başına önemsiz görünebilir. Ancak bu anlar tekrar ettikçe, biriktikçe ve daha kötüsü olağanlaştıkça, ruhsal bütünlüğümüzü yavaş ama kesin bir şekilde aşındırmaya başlar. Çoğu zaman bu sürecin farkında bile olmayız çünkü “önemli kabul edilen bir şey olmadıysa”, şikâyetlenmeyi bile kendimize layık görmeyiz.
Mikrostresörlerde mesele yoğunluk değil, sıklıktır.
Konu, açıkça travmatik ya da yıkıcı deneyimler değil; daha çok yıpratıcı bir birikim sürecidir. Nasıl ki damlayan su taşı oyar, bu küçük kesintiler de içsel dayanıklılığımızı oymaya başlar. Sinirlilik artar, motivasyon azalır, dikkat dağılır, tahammül eşiği düşer. Bu belirtiler çoğunlukla başka nedenlere yüklenir: “Herhalde uykusuzum”, “mevsim geçişidir” ya da sadece “moralim bozuk ama neden bilmiyorum.”
Oysa gerçek neden, gün boyunca defalarca yaşanmış; fakat gözden kaçmıştır. Bu görünmeyen yük, yalnızca psikolojik değil, biyolojik temellere de sahiptir. Araştırmalar, düşük yoğunlukta ama kronikleşmiş stres etkenlerinin de tıpkı yüksek yoğunluktakiler gibi kortizol salgılanmasına neden olabileceğini ve sinir sistemi üzerinde kalıcı bir yük oluşturduğunu göstermektedir. Ancak bu tür stresler çoğu zaman bilinç düzeyine ulaşmadığı için, birey etkili bir savunma ya da rahatlama mekanizması geliştiremez.
Modern yaşam, mikrostresörler için verimli bir zemin sunar.
Özellikle büyük şehirlerde yaşayanlar için bu küçük rahatsızlıklar neredeyse görünmezleşmiştir; daha da kötüsü, şikâyetlenme ya da hayıflanma konusu olmaktan çıkıp normal görülür olmuştur. Trafik, gürültü, kalabalık, hızla akan gündemler, sürekli performans beklentisi ve dijital teknolojinin dikkat parçalayan etkisi; bunların her biri zihinsel yapımıza küçük darbeler indirir.
Üstelik internet, dinlenme alanı olmak yerine bizzat bir mikrostresör üreticisine dönüşmüştür: Kimisi için mesajlara geç cevap verilmesi, kimisi için paylaşımlarının beklediği ilgiyi görmemesi ya da kimisi için çevrimiçi olduğu hâlde yanıt yazmayan biri… Artık bunların her biri, küçümsense bile, duygusal dünyamıza doğrudan dokunan olaylardır.
Mikrostresörlerin bir diğer sinsi yönü ise “ifade edilemez” oluşudur.
İnsanlar çoğunlukla “önemli” bir sorunla psikolojik destek almak ister. Mikrostresörleri sorun olarak görmek, yaşantılamaya dair gizli bir uzlaşı, bir yasak var gibidir adeta. Günlük sıkıntılardan söz etmek bazen mızmızlık ya da şımarıklık gibi algılanır. Bu nedenle pek çok kişi, yaşadığı huzursuzluğun nedenini tanımlayamaz ve suçluluk ya da kendini küçümseme hissiyle susmayı seçer. Oysa tam da bu suskunluk hali, stresin kronikleşmesine alan açar.
Peki ne yapmalı?
İlk adım, farkındalıktır. Gün içinde içsel huzurunuzu bozan küçük anları gözlemlemeye başlayın. Hangi deneyimleri “önemsiz” diye bastırıyorsunuz? Neleri yutkunuyor, neleri sineye çekiyorsunuz? Belki de gün sonunda hissettiğiniz o yorgunluk ve tahammülsüzlük, on yedi ayrı kesintinin toplamıdır. Farkındalık, yükü hafifletir.
İkinci adım, bu küçük kesintilere karşı ince ama etkili savunmalar geliştirmektir. Bildirimleri azaltmak, gereksiz toplantılardan kaçınmak, sosyal medya kullanımını sınırlamak, sessizlik ve yalnızlık anlarını bilinçli biçimde yaratmak gibi mikro-önlemler ruhsal yapıyı koruyabilir. Bu noktada, bedenin ve zihnin bütüncül ihtiyaçlarını tanımak esastır.
Üçüncü olarak, bu tür deneyimleri dile getirmekten utanmamak gerekir. Stresin gerçekliği, ancak “büyük” olmasıyla ölçülmez. Mikrostresörleri ciddiye almak, onları dinlemek ve fark etmek, öz-farkındalık ve öz-şefkatin bir parçasıdır. Gündelik hayatı daha katlanılabilir kılmanın yolu, en küçük ayrıntılara dikkatle bakabilmekten geçer.
Sonuç olarak, ruh sağlığı yalnızca kriz anlarının yönetimiyle değil, günlük bir psikolojik hijyenle sürdürülebilir. Mikrostresörler her ne kadar mikroskobik olsalar da, duygusal dünyamızda kalıcı izler bırakırlar. Ve bu izleri silebilmek için, önce onları görmeyi öğrenmemiz gerekir.