Bazı yaşlarda belirginleşen “krizler” var. Bunlar biyolojimizin kaderi mi, yoksa insan zihninin yarattığı deneyimler mi? Bu kavramlar hem literatürde hem de sosyal medyada sıkça karşımıza çıkıyor. Belki de bazıları “hastalık” değil, yalnızca düşüncelerle örülmüş beklenti kuleleridir. Nedenlerini anlayabilirsek, önlemek çoğu zaman iyileştirmekten daha kolay olabilir. Bazı kavramlar da zamanla eriyip gidebilir.
1. Gözlemlerimden Kalanlar
İnsanlık, var olduğu günden bugüne nasıl var olduğunu düşünmekte, dünyayı keşfetmektedir. Ancak hâlâ kendi varlığını, insanın doğasını tam keşfedebilmiş değilken dağlara, ovalara, aya, güneşe, diğer canlılara hükmetme çabası sürüyor. Bu uğraşların ardında elbette güçlü motivasyonlar var: hayatta kalmak, keşfetmek, hükmetmek…
Teknolojiyi, doğayı, hatta insan bedenini bilen birine “Kendini nasıl tanımlarsın?” diye sorduğunuzda çoğu zaman duraksıyor. Ta ki ruhu fısıldayana kadar. Ruhun kıpırtısı öyledir ki; “Gör artık kendini” demenin bir yoludur. Ama bazen sancılıdır, çünkü fısıltının nefesi açık kalan yaralara da dokunabilir. Beden ağrısına benzemez ruhun ağrısı. O vakit tek önemli olan sensindir; göz ilk defa içe bakar.
Her zaman böyle olmak zorunda değildir; kimi zaman insan kriz dönemlerini daha sağlıklı atlatır, hatta hiç yaşamayabilir. Fakat kriz dönemleri birer yol levhası gibidir, fark edilmediğinde bedeli mutlaka bir yerden karşımıza çıkar.
Kültürden kültüre değişen bir “kültürel saat” vardır. Bu saat görünmez; bir tüzük gibidir. Satırları yoktur ama hükümleri işler; insan ne zaman evlenir, ne zaman durur, ne zaman başlar, hepsi oradadır. Nasıl oluştuğu pek sorgulanmaz; avantaj ve dezavantajları da nadiren tartışılır.
Psikoloji biliminin ve sosyal medyanın şekillendirdiği evrensel kültüre rağmen, çocukluğumuzdan itibaren duyduklarımız, gördüklerimiz ve tanık olduğumuz yaşantılar zihnimizde sandığımızdan çok daha derin izler bırakabilir. Bu kılavuz yani toplumun görünmez ‘kültürel saati’ güncellenmediğinde, yaşamın kestirme yolları oluşmaz; esneklik yerini katılığa bırakır. Ve insan bazen kıvıramaz; çatırdar, kırılır.
Oysa artık biliyoruz ki bazı şeyler değişti. Bazen hiç çocuk yapmamak da normaldir; bazen 40 yaşında ebeveyn olmak da. Hevesle seçtiğin bölümü bırakmak, yıllarını verdiğin işi değiştirmek, yeniden başlamak da mümkündür.
Bu kılavuz her zaman zararlı olmak zorunda değildir; yalnızca görünmeyen maddelerine bir ek yapılmalıdır: herkes parmak izi kadar biriciktir ve herkesin kişisel saati farklı işler. Çünkü kılavuzu harfi harfine izleyen bireyler, her şeyi “doğru” yaptıklarını düşünseler de içsel bir tatminsizlik hissedebilir.
Belki de Carl Rogers’ın sözünü ettiği ideal benlik ile gerçek benlik arasındaki mesafenin genişlediği o yaş, bizde “27 yaş krizi” olarak karşımıza çıkıyor olabilir.
Bir Ekşi Sözlük yazarının da dediği gibi:
“İlk çatırtı, aynada gözlerinin yanındaki çizgileri gördüğün an olabilir.”
Yazılımlarımız büyük oranda benzese de bu yazılımlar yaşam biçimi, kültür, değerler ve düşüncelerle birlikte biricikleşir. “27 yaş krizi” kavramına da bu açıdan bakmak istedim.
Son yıllarda, özellikle sosyal medyada —örneğin Instagram gibi platformlarda— sıkça karşımıza çıkan bu kavram, gerçekten biyolojik bir kader mi, yoksa görünenin aksine bize bir şeyler anlatmaya çalışan şiddetli bir fısıltı mı?
2. Ekşi Sözlük Analizinden Kısa Özet (2001 → 2025)
Ekşi Sözlük’te “27 yaş krizi” başlığı altında açılmış 100 sayfalık bir entry vardı. İlk entry’ler 2001 yılında yazılmış; o dönemde bu süreci yaşayan ya da yaşamış kişilerin paylaşımlarından oluşuyordu. Yaklaşık 1975 doğumlu olduklarını düşündüğüm yazarlar X kuşağına dahildi.
Sayfalarca yorumun ardından Y kuşağı devreye girdi ve nihayetinde bu başlık, 27’sini deneyimleyen X kuşağının da sesi olmuştu. Aradan geçen yirmi yılda değişmeyen ortak temaları aşağıda derledim:
Zamanın hızlı akması: “Ne ara 27 oldum?”, gençlikten yetişkinliğe geçişte arada kalmışlık hissi.
“Ben ne olacağım?” kaygısı: Gelecek belirsizliği, iş, kariyer, para ve ilişki endişeleri.
İstek kaybı ve tükenmişlik: Coşkunun azalması, boşluk hissi, çıkış yolu arayışı.
Varoluşsal sorgulamalar: “Hayatın anlamı nedir?” sorusu, yol ayrımı ve yeni hedef arayışı.
Aile ve toplum baskısı: Evlilik, iş, çocuk ve başarı konularındaki beklentiler.
Kıyaslama ve geri kalmışlık hissi: “Herkes ilerliyor, ben yerimdeyim.” duygusu.
Keşkeler ve geç kalmışlık: Fırsatları kaçırma korkusu, geçmişe dönük pişmanlıklar.
Ülke ve ekonomik koşulların etkisi: İşsizlik, gelecek kurma zorluğu, güvensizlik hissi.
Geçmişe özlem: Çocukluk ya da gençlik günlerine dönme isteği.
Sonuç
İş sahibi biri üretkenliğin içinde kendi benliğini yitirebiliyor; işsiz biri, geç kalmışlığın ve belirsizliğin ağırlığını taşıyabiliyor. Çocuğu olan, kendine vakit ayıramamaktan; çocuğu olmayan, biyolojik zamanın geçip gitmesinden kaygılanabiliyor.
“Ya istersem?” soruları, “ya pişman olursam?” korkuları; insanın kendini tam olarak tanıyamamasından doğuyor olabilir. Gerçekten, çok fazla ihtimal silsilesiyle savaşıyoruz.
Tüm bu yazdıklarımı bir araştırma yapmadan ‘kesin’ böyle demek zor. Ancak buraya bir soru bırakmak istiyorum:
Bir an durup kendimize şunu sorsak: Gerçekten istiyor muyum?