Psikoterapötik süreçler çoğu zaman yalnızca bir iyileşme değil, bir yerleşme pratiğidir. Danışanın kendine, duygularına ve geçmişine yerleşebilmesi; ardından da bu içsel zeminden hareketle değişebilmesi hedeflenir. Ancak yerleşmek kadar, yerinden ayrılmak da terapötik sürecin önemli bir parçasıdır. İnsan, yalnızca güvende hissettiği alanlarda büyümez; aynı zamanda bu güvenli alanlardan çıkabildiğinde de dönüşür. Tam da bu noktada, “ev” kavramı metafor olmaktan çıkar; terapi içinde yaşayan bir dinamiğe dönüşür.
Peki ev kavramı ve terapinin iyileştirici gücü birbiri ile nerede kesişir?
Araştırmalar, hangi kurama dayanırsa dayansın, psikoterapinin en güçlü iyileştirici yönünün terapist ile danışanın birlikte kurdukları “ilişki” olduğunu gösteriyor. Terapötik ilişkinin sunduğu koşulsuz kabul, yargılamadan dinlenme ve duygusal olarak tutulma ve kapsanma hissi, bireyin içsel güvenliğini pekiştiriyor. Bu güvenli alanda danışan, geçmişte kurulamamış ya da zedelenmiş bağlara yeniden temas edebiliyor, böylece kendi deneyimlerini ve duygularını yavaş yavaş yüzeye çıkarabiliyor.
Psikanalitik kuramda bu ilişki ile süreç boyunca inşa olana “içsel ev” diyebiliriz. Özellikle Winnicott’un “holding environment” kavramı, terapistin danışana birincil bakım verenden beklenildiği gibi tutarlı, kapsayıcı ve destekleyici bir ilişki sunduğunu savunur. Bu ilişki, danışanın ruhsal olarak sığınıp güçlenebileceği bir içsel zemin yaratır. Freud’un “heimlich/unheimlich” (evcil/tekinsiz) karşıtlığı da burada düşündürücüdür: Terapi bazen tanıdık ama bir o kadar da yüzleşilmesi zor duygularla dolu bir içsel evdir. Fakat ev kavramında, tıpkı terapide de olduğu gibi gerekli olan bir işlev daha vardır. Ev, sadece sığınılacak bir yer değildir. Aynı zamanda ayrılınması gereken, geride bırakıldığında büyümenin mümkün olduğu bir mekândır. Winnicott’un “geçiş nesnesi” kavramı bu noktada önemlidir: Bebek, anneden ayrılmayı bu nesneler aracılığıyla öğrenir. Terapötik ilişki de benzer bir işlev görür. Danışan, önce terapist aracılığıyla duygusal olarak yerleşir, sonra da bu bağı içselleştirerek kendi içsel evini inşa eder.
Ev kavramı ile terapinin iyileştirici gücü tam da bu noktada kesişir. Aidiyet yalnızca bir yere ait olmak değil, zamanla kendine ait bir yer kurabilmektir. Terapi, bu yerin temellerini birlikte atma alanıdır. İç dünyaya dönmek, bazen yıkılmış ya da hiç kurulamamış bir evin yeniden inşasıdır. Ama aynı zamanda, güçlenen bireyin bu evden ayrılabilme cesaretini geliştirmesidir.
İlişkisel perspektiften bakıldığında, terapötik ilişki, güvenli bağlanmanın yeniden deneyimlendiği bir alan yaratır; ancak bu bağ, bireyin kendilik sınırlarını kaybetmeden sürdürebileceği bir ilişki modeline dönüşür. Danışan terapiye bağlanır, ama bu bağlanma bir kök salma değil, bir geçiş alanıdır.
Sonuç olarak terapi, yalnızca geçmişi onarmak değil, kişinin kendine bir yer açmasını sağlamaktır. Bazen “benim yerim” dediğimiz bir alanda kalabilmek, bazen de o yerden ayrılarak yeni bir benlik inşa edebilmektir. Ve belki de asıl iyileşme, bu ikisi arasında gidip gelebilme esnekliğini kazanmakta yatar.