Ölüm, zamansızlığı ve belirsizliğiyle bir şekilde bizi korkutsa da, çoğu zaman bu korkunun derininde, yalnızca fiziksel yok oluştan çok daha fazlası yatar: Kendini tanımadan yaşama veda etmek, kendi potansiyelini fark edememek, sahici bir hayat yaşayamamak. Bu, varoluşsal kaygı psikolojisinin en temel meselelerinden biridir ve Viktor Frankl’ın da vurguladığı gibi, insanın temel motivasyonu olan anlam arayışının ta kendisidir; bu arayış çoğu zaman bastırılmış kaygıların içinden ses verir.
Ölüm Farkındalığı ve Varoluşsal Kaygı
Varoluşsal psikoloji, ölüm farkındalığının yalnızca bir son olmadığını, aynı zamanda yaşamı anlamlı kılan bir farkındalık noktası olduğuna dikkat çeker. İrvin Yalom’un da ifade ettiği gibi; ölüm farkındalığı bireyi uyandırır, yaşamı gözden geçirerek yüzeysel olandan uzaklaşmasına ve daha anlamlı, sahici bir yaşam sürmesine vesile olur (Yalom, 2008). Bu farkındalık, kişide bir varoluşsal kaygı doğurabilir; ancak bu kaygı, salt yıkıcı değil, aynı zamanda dönüştürücü bir güce de sahiptir. Yaşamın geçiciliğini idrak eden birey, neye değer verdiğini, ne için yaşamak istediğini sorgulamaya başlar. İşte bu sorgulama, kişiyi kendini gerçekleştirmesi ve özüne yaklaşmasına motive eden güçlü bir itici güç olabilir.
Otantik Benlik ve İçsel Yolculuk
Peki, bu öz nedir ve nasıl bulunur? Jean-Paul Sartre’ın “varoluş özden önce gelir” söylemi, insanın hazır bir “öz”le doğmadığını, hayatı boyunca bu özü inşa ettiğini belirtir (Sartre, 1946). Kişi, deneyimleriyle, seçimleriyle ve yaşadığı çatışmalarla kendi benliğini adım adım oluşturur. Bu da gösterir ki, “ben kimim?” sorusu yaşam boyu devam eden kendini tanımaya dair varoluşsal bir arayıştır.
Kendini tanıyamadan ölme korkusu, aslında otantik benlik ile kurulmaya çalışılan ilişkinin bir yansımasıdır. Varoluşçu kuramcılar, bireyin yaşamı boyunca kendine yönelttiği temel sorulardan birinin “Ben kimim?” olduğunu vurgular. Bu soruya verilen yanıtlar, bireyin seçimleri, ilişkileri, değerleri ve hayat yolculuğunu şekillendirir. Ancak modern dünyada, birey çoğu zaman toplumsal roller, beklentiler ve hızla akan gündelik hayat arasında sıkışıp kalır. Bu durum, kişinin iç sesiyle bağ kuramamasına ve varoluşsal kaygı düzeyinde bir boşluk hissine neden olabilir. Viktor Frankl bu boşluğu “yaşamda anlam eksikliği” olarak tanımlar ve bunun, kaygı ve umutsuzluk gibi duygulara zemin hazırlayabileceğini belirtir (Frankl, 1946). Bu çerçevede, ruhsal çöküntü dönemlerinde bireylerin nesnel olarak önemsiz olaylara yüksek anlam atfetmesi, aslında içsel bir tatminsizlik ve arayışın dışavurumu olabilir. Maslow’un (1943) ihtiyaçlar hiyerarşisinde yer alan kendini gerçekleştirme kavramı, bu duygusal dalgalanmaların anlaşılmasında önemli bir yer tutar. Maslow’a göre, bireyin potansiyelini gerçekleştirmesi ancak daha temel fizyolojik ve psikolojik ihtiyaçlar karşılandığında mümkün olabilir. Kendini tanıma süreci eksik kalan birey, varoluşsal düzeyde bir boşluk hissi yaşayabilir.
Boşlukta Kendi Yolunu Bulmak
Bu boşluğu doldurmanın ve yaşamı özel bir noktaya taşımanın temelinde, kendini tanıma arzusu yatar. “Bir gün ölebilirim ve kendimi hiç tanıyamamış olabilirim” düşüncesi, bu anlamda yalnızca bir korku değil; aynı zamanda güçlü bir dönüşüm çağrısıdır. Kendine yaklaşmak, anlamlı bir yaşama yaklaşmaktır. Bu korku, bizi yaşamın derinliğine yönlendirir; çünkü kişi kendini tanıma yolculuğuna çıktığında, sadece kim olduğunu değil; neye değer verdiğini, ne için yaşamak istediğini ve nasıl yaşamak istemediğini de keşfeder.
Kendini tanıma, bir kez tamamlanan bir süreç değil, ömür boyu süren bir varoluşsal yolculuktur. Bu yolculukta her durak, insanın varoluşuna dair yeni bir katman açar ve bizi kendi otantik benliğimize bir adım daha yaklaştırır. “Bütün korkum, kendimi tanıyamadan ölmek” diyebilmekse bu içsel arayışın itirafıdır. Kimi zaman korkularımız, bizden kaçmamız gereken şeyler değil, aslında yönümüzü bulmamıza yardımcı olacak rehberlerdir. Onlarla yüzleşmek, kendi varoluşsal sorumluluğumuzu üstlenmek demektir.
Sonuç: Anlam Arayışı ve Dönüşüm Çağrısı
Rollo May’in dediği gibi, “Cesaret, kişinin kendi varoluşsal kaygısıyla yüzleşme yeteneğidir” (May, 1977, s. 3). Kendini tanımadan ölme kaygısı, tam da bu tür bir varoluşsal kaygıdır. Bu kaygıyla yüzleşmek, yaşamın belirsizlikleri karşısında bile kendi anlamımızı yaratma cesaretini göstermektir. Zira yaşam, kontrol edemeyeceğimiz birçok unsurla dolu olsa da, kendi benliğimizi inşa etme ve ona anlam katma gücü daima elimizdedir.
Varoluşsal psikoloji, bize şunu hatırlatır: Yaşam, kontrol edemeyeceğimiz birçok unsurla dolu olsa da, kendi benliğimizi inşa etme gücü daima elimizdedir. Ve belki de en anlamlı başlangıç, bu soruyu kendimize sorabilme cesaretindedir: Gerçekten kimim ve bu biricik hayatta kendini tanımayı nasıl tam anlamıyla gerçekleştirebilirim?
Kaynakça
Maslow, A. H. (1943). A theory of human motivation. Psychological Review, 50(4), 370–396.
May, R. (1977). The courage to create. W. W. Norton & Company.
Sartre, J. P. (1946). Existentialism is a Humanism. Les Éditions Nagel.
Yalom, I. D. (1980). Existential psychotherapy. Basic Books.
Yalom, I. D. (2008). Staring at the sun: Overcoming the terror of death. Jossey-Bass.