Çoğu zaman “hayatta kalmak” ile gerçekten “yaşamak” arasındaki farkı ayırt etmeden, gündelik yaşamın koşuşturması içinde sürüklenip gideriz. Her şey rutinleşmiş gibidir: Sabah uyanır, gün boyu “yapmamız gerekenleri” yapar, akşam yorgun bedenimizle baş başa kalırız. Fakat günün sonunda, gürültü susup da sessizlik konuşmaya başladığında, içimizde bastırdığımız bir boşluk belirir: “Ben neden buradayım?”, “Bu hayatı ben mi seçtim?”, “Yaptığım her şeyin gerçekten bir anlamı var mı?”
İşte bu sorular, insan olmanın en derin ve evrensel deneyimlerinden birini, varoluşsal kaygıyı ortaya çıkarır. Varoluşsal filozoflara göre bu kaygı; anlamsızlık, özgürlük, ölüm ve yalnızlık gibi temel insan gerçeklikleriyle yüzleşmenin doğal sonucudur. Modern yaşamın hızına ve yapay gündemlerine rağmen, insan zihni bir noktada kaçınılmaz olarak kendine döner. O an, yaşamın yüzeyinden derinliğine inmeye başlarız. Çünkü yaşam, sadece nefes almak değil; neden nefes aldığımızı sorgulayabilme cesaretidir.
Varoluşsal Kaygı Nedir?
Varoluşsal kaygı, insanın kendi varlığı üzerine derin düşüncelere daldığında hissettiği sarsıcı ve çoğu zaman rahatsız edici bir içsel huzursuzluktur. Bu kaygı; hayatın anlamı, benlik, kimlik, yalnızlık, özgürlük ve ölüm gibi temel varoluşsal meselelerle yüzleştiğimizde açığa çıkar. Modern dünyanın hızla akan yüzeyi altında, bu sorularla karşılaştığımız her an, içimizde bir tür sıkışmışlık ve boşluk hissi oluşur.
Bu tür kaygılar bizi, kalabalıklar içinde bile yalnız hissettirebilir. Bazen dışarıdan “var” gibi görünürken, içten içe kendi yaşamımızdan kopuk olduğumuzu fark ederiz. Sanki bir yabancı gibi, uzaktan kendi hayatımızı izliyormuşuz gibi bir his kaplar içimizi. İşte bu, çağımızın en yaygın ruhsal halleri arasında yer alan yabancılaşmanın bir tezahürüdür.
Kendimizle olan bağ zayıflar; anlam arayışı, yerini anlam yoksunluğuna bırakır. Günlük yaşamın içinde yapmamız gereken her şey birer görev olmaktan çıkıp, taşınması zor birer yüke dönüşür. Geleceğe dair umut yerini belirsizliğe bırakırken, hayat yavaş yavaş durağan, soğuk ve renksiz bir hâl almaya başlar. İlerleyemediğimizi hissederiz. Zaman zaman durduğumuzu, hatta geri gittiğimizi…
Ancak tüm bu karanlık hisler, insanın en özgün gerçeğiyle temas ettiği bir eşiktir aslında. Bu noktada asıl soru şudur: Varoluşsal kaygı bizi tüketmek için mi vardır, yoksa kendi anlamımızı yaratmamız için bir çağrı mıdır?
Bu Kaygıyla Ne Yapmalı?
Varoluşsal kaygı, yok edilmesi gereken bir düşman değil; içsel farkındalığın kapısını aralayan bir davettir. Her ne kadar bu kapıdan geçmek sancılı ve belirsizlikle dolu bir süreç olsa da, asıl dönüşüm o eşiği geçtiğimizde başlar. Bu nedenle kaygıyla savaşmak yerine, onunla birlikte yaşamayı öğrenmeli ve onun rehberliğinde anlamlı bir yaşam inşa etmeye yönelmeliyiz.
Anlamlı bir yaşam kurma sürecinde dikkat edilmesi gereken bazı temel noktalar:
-
Sorularla yaşamayı öğrenmek:
“Hayatın anlamı nedir?” gibi temel varoluşsal sorular, basit cevapları olan sorular değildir. Bu tür soruların cevabı evrensel değil, bireyseldir. Her birey, kendi deneyimleri, değerleri ve yaşam bakışı doğrultusunda bu soruya farklı bir anlam yükler. Bazen bu sorular zihinsel bir yük gibi gelebilir, ama onları bastırmak ya da görmezden gelmek, kaygıyı daha da derinleştirebilir. Bazı soruların cevapsız kalabileceğini kabul etmek, zihinsel esnekliğimizi artırır ve ruhsal olarak bizi rahatlatır. -
Kendi değerlerini keşfetmek:
Başkalarının bize biçtiği kimliklerle değil, kendi öz değerlerimizle yaşadığımızda daha sahici bir hayat süreriz. “Benim için ne önemli?” sorusunun cevabını bulmak, yaşam yolculuğunda yönümüzü belirlememizi sağlar. Bu farkındalık, dışsal beklentilerden ziyade içsel bir pusula ile hareket etmemize olanak tanır. -
Küçük ama anlamlı eylemlerde bulunmak:
Varoluşsal kaygılar genellikle soyut ve büyük yaşam meseleleri etrafında dolaşır. Ancak çözüm, bazen çok daha sade eylemlerde saklıdır. Bir dostu aramak, bir kitap okumak, sevdiğin bir müziği dinlemek, bir bitkiye su vermek ya da gün batımını izlemek… Bu küçük gibi görünen anlar, hayatın kendisini dokuyan gerçek zamanlardır. Anlamı bazen büyük kavramlarda değil, bu sade varoluş hâllerinde buluruz. -
Kendinle ilişki kurmak:
Kendimizden uzaklaştıkça yaşamın da dışında kalırız. Kendinle bağ kurmak; düşüncelerini yazmak, doğada zaman geçirmek, meditasyon yapmak ya da sadece sessizlik içinde kalmakla mümkün olabilir. Kendini duymaya başladığında, yaşamı da daha derin bir biçimde hissetmeye başlarsın. -
Profesyonel destek almak:
Bazı sorularla tek başına yüzleşmek, zaman zaman bunaltıcı ve ağır gelebilir. Böyle durumlarda, özellikle varoluşsal temelde çalışan bir terapist, sana yol arkadaşı olabilir. Terapi, sana “doğru” cevapları vermektense, senin kendi özgün sorularını bulabildiğin ve anlamla temas kurabildiğin otantik bir alan sunar.
Unutmamak gerekir ki, varoluşsal kaygı insan olmanın kaçınılmaz bir parçasıdır. Onunla kavga etmek yerine, onu anlamaya çalışmak bizi daha derin, daha bilinçli ve daha gerçek bir yaşama yaklaştırır.
Bağ Kurmak ve Kendin Olmak
Bazen kalabalıkların ortasında, etrafımız insanlarla çevriliyken bile içimizi saran bir yalnızlık hissiyle karşı karşıya kalırız. Bu yalnızlık, fiziksel bir eksiklikten değil; anlaşılamama duygusundan doğar. O anlarda çevremizde birileri olsa bile, sanki kimse bizi gerçekten görmüyor ya da duymuyor gibidir.
İnsan, doğası gereği hem bireysel hem de sosyal bir varlıktır. Bir yanımız bağımsız olmak, özgürce var olmak, kimseye bağlı kalmadan yaşamak isterken; diğer yanımız yakınlık kurmaya, sevilmeye, sevmeye ve ait hissetmeye ihtiyaç duyar. Bu iki yan arasında gidip gelmek, iç dünyamızda çatışmalar yaratır ve varoluşsal yalnızlıkın temelini oluşturur.
Yalnızlık genellikle üç temel biçimde ortaya çıkar:
-
Durumsal yalnızlık: Bir ilişkinin sona ermesi, bir kayıp yaşanması ya da yaşam koşullarının değişmesi gibi somut durumlarla ortaya çıkar. Genellikle geçicidir ama duygusal etkisi yoğun olabilir.
-
Sosyal yalnızlık: Çevremizde insanlar olmasına rağmen onlarla gerçek bir bağ kuramadığımızda ortaya çıkar. Özellikle dijital çağda, sosyal medyanın yüzeysel ilişkileri içinde, bu tür yalnızlık giderek yaygınlaşmaktadır.
-
Varoluşsal yalnızlık: En derin olanıdır. İnsan olarak hepimizin, doğamız gereği taşıdığı, paylaşılamayan bir yalnızlıktır bu. Kimse bizim yerimize doğamaz, yaşayamaz, acı çekemez ya da ölemez. Bu yalnızlık kaçınılmazdır ve aslında reddedilmek yerine kabul edilmeyi bekler.
Yalnızlıkla Nasıl Yaşanır?
Yalnızlıktan kaçmak, kısa vadede bizi rahatlatıyor gibi görünse de, uzun vadede içimizde derin bir boşluk duygusu bırakabilir. Oysa yapılması gereken, yalnızlığı bastırmak değil; onunla birlikte var olmayı öğrenmektir. Kendi yalnızlığıyla kalabilen bir insan, başkalarıyla da daha gerçek, daha samimi bağlar kurabilir.
Çoğu zaman bir şeylerle meşgul olarak ya da kalabalıkların içinde kaybolarak bu içsel boşluğu örtmeye çalışırız. Ama bu kaçış, yalnızlıkla yüzleşme cesaretini ertelemekten başka bir işe yaramaz. Yalnızlıkla barışmak, paradoksal bir şekilde, içsel bir özgürlük kazandırır insana.
Günümüzde yüzeysel ilişkilerin arttığını ve insanların derin bağlar kurmakta zorlandığını görüyoruz. Birçok kişi, kalabalıklar içinde görünse de içten içe kendini daha yalnız hissediyor. Oysa az ama derin ilişkiler, içimizdeki yalnızlık hissini gerçek anlamda hafifletebilir. Çünkü gerçek bağlantılar, yalnızlığımızı silmese de onu paylaşılabilir kılar.
Ayrıca unutmamak gerekir ki, kendimizle kurduğumuz ilişki, başkalarıyla kurduğumuz ilişkilerin niteliğini doğrudan etkiler. Bu nedenle yalnız kaldığımız anlarda içsel bir diyaloğa girmemiz önemlidir. Kendimize ne söylüyoruz? Sert, eleştirel, yargılayıcı mıyız, yoksa anlayışlı, kabul edici ve şefkatli mi? İçimizdeki ses yumuşadıkça, yalnızlık da daha katlanılır, daha anlamlı bir hâle gelir.
Aidiyet her zaman bir topluluğa ya da bir kişiye ait olmak demek değildir. Bazen bir düşünceye, bir sanata, bir uğraşa ya da sadece kendine ait hissetmek de “ben buradayım” diyebilmenin bir yoludur. “Kendimi en çok ne yaparken ‘ben’ gibi hissediyorum?” sorusuna verdiğimiz cevap, kişisel aidiyetimizin pusulası olabilir.
Varoluşsal kaygı, kaçınılması gereken bir karanlık değil, içinden geçilecek bir yoldur. Bazen bir terapi odasında, bazen gece sessizce otururken, bazen de bir şarkının içinden çıkagelir. Ve o an, kulağımıza fısıldar:
“Uyan. Hayat sana ait.”