Yıllardır bir zulmün altında direniş tohumları eken diyar, Filistin… Son 2 yıldır zulmün artık soykırıma dönüştüğü insanlık dramına sahne olmuştur. Filistin bağlamında “Biz kimiz?” sorusunu sormak hem mağdurlar hem de bu zulme seyirci kalanlar için kritik bir noktadır. Zulüm nasıl başlar? Çarkı döndüren etmenler nedir? İnsanlar, kendilerine zarar vermeyen masum birine nasıl kötülük yapar? Bu gibi soruların cevabını sosyal psikoloji’nin önemli kuram ve deneylerinde arayacağız.
Zulmün Başlangıcı: Sosyal Kimlik Kuramı ve Grup Ayrımı
Sosyal kimlik kuramı’na göre, insanlar ait olduğu gruba göre kendilerini tanımlar (Tajfel & Turner, 1979). “Biz” kavramı da burada şekillenir. Biz dışında kalan herkes “onlar” veya “öteki” tanımına girer. Ve öteki olarak tanımlanan grup veya gruplar çoğu kez kolayca düşman ilan edilebilir (Tajfel & Turner, 1979). Filistin örneğinde, “biz” kimliği, direnişin ve direncin simgesi haline gelirken, “onlar” kimliği, zulmü meşrulaştıran bir araç olarak kullanılmıştır. Zulme uğrayan bir halka karşı sessizliğe gömülmenin nedeni aslında bireylerin kendini nereye ait olduğunu bilmemesinden kaynaklanmaktadır. Her “Biz” kendine göre haklı, “öteki” ise haksız ve suçludur, kurama göre (Tajfel & Turner, 1979). Ancak biz derken kastedilen insanlık ise ve ortada ona karşı işlenen bir suç varsa Biz, biz olmaktan neden korkalım?
Zulmün Sürdürülmesi: Milgram ve Zimbardo’nun Deneyleri
Milgram itaat deneyi, insanların otorite karşısında vicdanlarının sesini nasıl susturduğunu ve bir otoriteye körü körüne bağlılığı göstermektedir. Yale Üniversitesi’nde Stanley Milgram tarafından yapılan deneyde, katılımcılara bir otorite figürü tarafından diğer katılımcılara elektrik şoku vermeleri istenir. Her yanlış cevapta şok daha da artar. Katılımcıların %65’i şok şiddetini arttırmaktan çekinmez (Milgram, 1963). Aslında sıradan ve görünüşte vicdanlı olan bu katılımcıların otoriteye itaati, görünürde kişisel sorumluluğu ortadan kaldırır. Bu bağlamda, zulüm çoğu zaman emir komuta zincirinde ilerlerken, birey sorumluluğu ‘başkasına’ devrettiği için vicdanını sorgulamadan kaçabilir. Ama ya emir yanlışsa?
Zimbardo’nun Stanford Hapishane Deneyi ise, insanların nasıl kolayca rollerine hapsolabileceğini gösterir. İki gruba ayrılan katılımcılardan bazıları gardiyan, bazıları da mahkum rolünü oynar. Başlarda her şey normal gardiyan–mahkum ilişkisi gibi ilerlerken işler kısa süre sonra kontrolden çıkar. Gardiyan rolündekiler, arkadaşlarını aşağılamaya, şiddet uygulamaya ve psikolojik işkence yapmaya başlar. 6. günde deney etik nedenlerle sonlandırılır (Zimbardo, 2007). Bu da bize gösteriyor ki, zulüm için “kötü kalpli” olmak gerekmez; bazen sadece bir üniforma yeterlidir. Birey, o rolün içinde kendini kaybeder. İşte bu yüzden zulüm sadece emirle değil, rol dağılımıyla da sürer. Filistin bağlamında düşündüğümüzde; “asker” rolünü üstlenenler, kendilerini sadece güvenliği sağlayan kişiler olarak görebilir. Zimbardo’nun deneyi, sıradan insanların sadece bir rol verildiğinde nasıl zalimleşebileceğini ortaya koyar (Zimbardo, 2007).
Zulmün Meşrulaştırılması: Bilişsel Çarpıtmalar ve Ahlaki Kaçış
İnsanlar düşüncelerini çoğu zaman kontrol edemez ve bu da bilişsel çarpıtmalara yol açar. Özellikle küçüklükten beri aynı düşünce sistemi ile yetiştirilen bireyler bu düşünceleri inançları haline getirir (Türkçapar, 2011). İsrail bağlamında da bu çarpıtmaları görmekteyiz. Tabii ki onların geçmişte yaşadığı Yahudi soykırımı ve maruz kaldıkları dışlanmışlığın etkisi ile oluşan kolektif bilinçdışını göz ardı edemeyiz (Bandura, 1999). Ancak hiçbir zulüm, bilişsel çarpıtmalar yüzünden sorumluluktan kaçmak ile açıklanamaz. Çünkü bu tür düşünceler inanç haline bürünür ve ahlaki sorumluluktan kaçış mekanizmalarını güçlendirir. Bu da zulmün devamını sağlar (Bandura, 1999).
Zorla İyilik: Otomatik Portakal Örneği
Peki zulmü ne durdurur? Özellikle bilişsel çarpıtmalar içinde kendi “Biz”ini oluşturan bir gruba karşı… Şu an bireysel olarak en etkili şey boykot. Ancak biliyoruz ki vicdanı hür olsa da zihni “bizlere” takılı kalan birçok kişiye bunun bir iyilik olduğunu, zulme dur demek olduğunu açıklayamıyoruz. Sonuçta kimseye zorla iyilik yaptırılamaz. Anthony Burgess’in “Otomatik Portakal” adlı eserinde de, bireylerin zorla “iyileştirilmesi” süreci ele alınır. Bu süreç, bireysel iradenin yok sayılmasını konu edinir (Burgess, 1962). Kişi iyileşse bile, her iyilik ona bir yumruk gibi gelir. İşin ilginç tarafı burada, birinin zulmüne destek olmaktan kaçınıyorsun ama yine de acı çekiyorsun. Çünkü çok severek aldığın bir parfüm, deterjanı alamıyorsun. Sanki senin de elin kolun bağlanmış. “Özgürlük böyle mi olur?” diye düşünüyorsun yeni yıkanan çamaşırlara bakarken… Peki ya senin ruhun esaretteyse seni kim kurtarsın bu zulümden? Senin ruhun içtiğin bir meşrubatta, yıkanan çamaşırlarda, o giyemediğin kazakta kaldıysa seni kim kurtarsın şimdi?
“Biz kimiz?” değil de “Biz kim olmak istiyoruz?”…
Kaynakça
Bandura, A. (1999). Moral disengagement in the perpetration of inhumanities. Personality and Social Psychology Review, 3(3), 193–209. https://doi.org/10.1207/s15327957pspr0303_3
Burgess, A. (1962). A Clockwork Orange. London: Heinemann.
Milgram, S. (1963). Behavioral study of obedience. Journal of Abnormal and Social Psychology, 67(4), 371–378. https://doi.org/10.1037/h0040525
Tajfel, H., & Turner, J. C. (1979). An integrative theory of intergroup conflict. In W. G. Austin & S. Worchel (Eds.), The social psychology of intergroup relations (pp. 33–47). Monterey.
Türkçapar, M. H. (2011). Bilişsel terapi: Temel ilkeler ve uygulama (5. baskı). HYB Yayıncılık.
Zimbardo, P. G. (2007). The Lucifer Effect: Understanding How Good People Turn Evil. New York: Random House.