Bazen bir ilişki içindeyken içten içe biliriz: Bu bana iyi gelmiyor. Kendimizi yorgun, tükenmiş, değersiz ya da huzursuz hissederiz. Karşımızdaki kişi belki bizi küçümsüyordur, belki ihtiyaçlarımızı görmezden geliyordur, belki de artık sevgiden çok alışkanlıkla sürdürülüyordur bu bağ. Yine de gitmek kolay değildir. Zarar gördüğümüz halde kalmaya devam ederiz. Peki neden? Bu sorunun yanıtı, yalnızca duygusal bağlarımızda değil, psikolojimizin derin yapılarında da gizlidir.
İlişkiler, bireyler için sadece bir sevgi paylaşımı değil, aynı zamanda bir kimlik, aidiyet ve güvenlik kaynağıdır. Bu yüzden bir ilişkiden ayrılmak, kimi zaman sadece bir insandan değil; aynı zamanda bir düzenden, bir kimlik tanımından ve hatta bir yaşam tarzından vazgeçmek anlamına gelir.
Bağlanma Stilleri ve Ayrılma Güçlüğü
Psikoloji literatüründe bağlanma kuramı, bu durumu anlamamıza yardımcı olabilir. Özellikle kaygılı bağlanma stiline sahip bireyler, ilişkilerde yoğun bir terk edilme korkusu taşırlar. Partnerleri tarafından sevilmediklerini ya da önemsenmediklerini hissettiklerinde bile ilişkiden kopmakta zorlanırlar; çünkü yalnız kalmak, onlar için değersizliğin ve sevgisizliğin kanıtı gibi hissedilir. Bu kişiler için bir ilişkiyi bitirmek, sadece birine veda etmek değil, aynı zamanda kendi varlıklarını tehdit eden bir boşluğa düşmek anlamına gelir. Diğer yandan, öğrenilmiş çaresizlik kavramı da burada devreye girer. Zarar gördüğümüz halde bir şeyleri değiştiremeyeceğimize inandığımızda, pasif bir şekilde durumu kabullenmeye başlarız. Tıpkı uzun süre kafesi açık olduğu hâlde dışarı çıkmayan bir kuş gibi, zihnimiz de özgürlüğün mümkün olduğunu unutur.
Alışkanlık ve Beynin Konfor Arayışı
İnsan beyni belirsizlikten hoşlanmaz. Her ne kadar bir ilişki bizi yıpratıyor olsa da, onun nasıl işlediğini bilmek –yani tanıdık bir yapıda kalmak– beyin için daha “konforlu”dur. Beyin, yeni bir hayata, yeni ilişkilere, yalnızlığa ya da kişisel gelişime giden yolu, riskli ve yorucu bir rota olarak algılar. Bu nedenle statüko yanlılığı devreye girer: Mevcut durumu, zarar verici bile olsa, değiştirmemek daha kolay gelir. Ayrıca, ilişkilerde sıkça karşılaşılan bir başka psikolojik süreç de bilişsel çelişkidir. “Bu ilişki bana zarar veriyor ama onu seviyorum” gibi çelişkili düşünceler, zihinsel bir gerilim yaratır. Bu gerilimi azaltmak için kişi, genellikle ilişkinin kötü yanlarını görmezden gelmeye, partnerini savunmaya ya da kendi duygularını bastırmaya başlar. Böylece ilişkide kalmak için kendine yeni sebepler üretir.
Yas Süreci: Bitene Değil, Kurulamayana Üzülmek
Bir ilişki sona erdiğinde, genellikle sadece yaşananlara değil, yaşanması hayal edilenlere de üzülürüz. Geleceğe dair kurduğumuz planlar, paylaşıldığı düşünülen hayaller, birlikte geçeceğine inanılan yıllar da ilişkiyle birlikte yiter. Bu da yas sürecini derinleştirir. Psikolog Elisabeth Kübler-Ross’un tanımladığı yasın beş evresi –inkâr, öfke, pazarlık, depresyon ve kabullenme– romantik ilişki sonlarında da görülebilir. Ancak bazı insanlar bu evrelerde takılı kalabilir; özellikle depresyon ya da inkâr aşamasında uzun süre kalan bireyler, ilişkiye dönmek için yoğun bir arzu hissedebilir.
Kendini Yeniden İnşa Etme Cesareti
İlişkiyi bitirmek, genellikle bir son gibi görünür. Ancak psikolojik açıdan bakıldığında bu, aynı zamanda bir yeniden yapılanma sürecinin başlangıcıdır. Klinik psikolojide sıkça kullanılan “posttravmatik büyüme” kavramı, bireylerin zorlayıcı yaşam olayları sonrasında kişisel olarak nasıl güçlenebildiklerini anlatır. Bir ilişki sonrası yaşanan boşluk, aynı zamanda kendini yeniden tanıma, sınırlarını keşfetme ve duygusal dayanıklılığını geliştirme fırsatı sunar.
Bu süreç kolay değildir; elbette acıtır. Ama her ayrılık aynı zamanda bir aynadır. O aynada sadece karşımızdakini değil, kendimizi de görürüz. Kırılganlıklarımızı, beklentilerimizi, eksiklerimizi… Ve tüm bunların içinde saklı olan gücümüzü.
Sonuç: Gitmek, Vazgeçmek Değildir
Bir ilişkiden ayrılmak, çoğu zaman yanlış bir karar gibi hissettirebilir. Toplumsal baskılar, yalnız kalma korkusu ya da “ya bir daha kimse beni sevmezse?” düşüncesi, bu kararı daha da zorlaştırır. Ancak gitmek, her zaman vazgeçmek değildir. Bazen en büyük cesaret, kalmak değil; gitmektir. Bazen en büyük sevgi, kendini seçmektir.
Unutmayalım: Hak ettiğimiz ilişki, kendimizi kaybettiğimiz değil; kendimizi bulabildiğimiz yerdedir.