Hemen herkesin ortak paylaştığı bazı kâbuslar vardır; öyle ki bu sahneleri çoğu insan yaşamının bir döneminde deneyimler. Bir arkadaşınız size gördüğü kâbusu anlattığında, çoğu zaman kendi belleğinizde de benzer bir iz bulur ve şaşkına dönersiniz. Korktuğunuz ve bağırmak istediğinizde sesinizin çıkmadığı, kapıların kulplarının olmadığı odalarda sıkışıp kaldığınız, tam kendinizi savunacakken bedeninizin kilitlenip sizi yarı yolda bıraktığı ya da tüm gücünüzle koşmak isterken adımlarınızın ağırlaştığı, siz koşsanız dahi yolun bir türlü kısalmayıp aksine uzadığı rüyalar… Siz de böyle bir kâbusun içinde daha önce bulunmadınız mı?
Bu sahneler, farklı dillerde, kültürlerde ve yaşam öykülerinde yeniden karşımıza çıkar. Peki, neden bunca insan benzer imgeleri görür? Kültürler ve inanç sistemleri, rüyalara farklı anlam katmanları yüklemiştir. Kimi toplumlarda rüya “tersinden çıkar” denilerek önemsizleştirilirken, kimi yerlerde geleceğin habercisi olarak görülür. Yalnızca rüyanın gerçekleşip gerçekleşmeyeceği değil, içerdiği sembollerin anlamı da kültürden kültüre değişir.
Örneğin, Türk kültüründe rüyada yılan görmek çoğunlukla gizli bir düşman ya da yaklaşan tehlike ile ilişkilendirilir. Avrupa geleneğinde yılan, ihaneti ve şeytani figürleri çağrıştırırken; Latin Amerika’nın özellikle Amazon yerli kültürlerinde doğaüstü koruyucu ruhların ve bilgelik aktarımının simgesine dönüşür. Her yerde başka bir yüz takar ama her seferinde içimizde bir ürperti bırakır.
Bunca farklı yorumun arasında hangisine inanılacağı kişisel bir seçimdir. Fakat bu yazıda asıl amacım, sembollerin tek tek anlamlarını tartışmaktan çok, neden çoğumuzun ortak kâbusları paylaştığı sorusuna yönelmek olacak.
Rüyaların Psikolojik Evrenselliği
Psikolojide rüyaların tuttuğu yer geniş bir evrendir; yine de bu evreni kısaca tanımlamak, yolumuzu aydınlatır. Analitik kuramcılara göre rüyalar, bilinçdışının sahnesidir; bastırılmış arzunun gizli biçimde gerçekleştiği bu oyun Freud’a kadar uzanır (Freud, 1900/1953). Lacan’ın meşhur deyişiyle, bilinçdışı bir dil gibi yapılanmıştır; rüyalar da bu yapının en belirgin tezahürlerinden biridir (Lacan, 1954–1955/1988; 1966/2006). Ona göre rüya, çözülmeyi bekleyen bir bilmece, bir rebustur (Lacan, 1964/1977).
Tekrarlayan kâbus temaları, evrensel çatışmaların yüzeye çıktığı noktalardır. Freud, bu tekrarlamanın travmatik deneyimlerin bilinçdışında yeniden sahnelenmesinin işareti olduğunu savunur (Freud, 1920/1955). Lacan için kâbus, arzunun dayanılmaz yoğunlukta belirdiği, bu yüzden özneyi uyanmaya zorlayan bir sahnedir (Lacan, 1964/1977). Hartmann ise kâbusu, işlenememiş duygunun rüyaya ham biçimde sızması olarak yorumlar (Hartmann, 1998).
Analitik geleneğin ardından şekillenen dinamik perspektif, rüyaları yalnızca bastırılmış arzuların değil, aynı zamanda bireyin ilişkisel dünyasının ve içsel çatışmalarının yansıması olarak görür. Kâbus, böylelikle yalnızca geçmişin yankılarını değil, bugünün kaygılarını da görünür kılar (Fosshage, 1983; Hill, 1996; Blechner, 2001).
Kâbuslarda Ortak Temalar: Donakalmak, Koşamamak, Kapısız Odalar
Farklı kelimelerle dile getirilse de bütün bu tanımlar aynı örüntüye işaret eder: Rüyalar, insanın taşıdığı gerilimlerin, sakladığı arzuların ve işlenemeyen duyguların sahneye çıktığı yerdir. Orada özne, kendisine ait olanla, belki de gündüz uyanıkken hiç yüzleşmek istemediğiyle, karanlık bir tiyatronun ortasında karşılaşır.
Kâbusların en çarpıcı temalarından biri donakalmak ve hareket edememektir. Freud bu donukluğu bastırılmış arzuların ve travmatik tekrarların bir sahnesi olarak yorumlar (Freud, 1920/1955). Nielsen ve Levin (2007) ise bedenin kilitlendiği bu ânı, kaçış kaygısının ve travmanın zihinde yeniden dönüp durmasının bir işareti olarak görür.
Bağırmak isteyip ses çıkaramamak da sık görülen bir kâbus sahnesidir. Dinamik yorumlar bunu duyulmama kaygısının ve dile getirilemeyen öfkenin simgesi olarak görür. Hill’in (1996) terapide işaret ettiği gibi, bu tür rüyalar çoğu zaman danışanın söze dökemediği bastırılmış duyguların yüzeye çıkışıdır. Uykuda boğazda düğümlenen ses, gündüzde dile getirilemeyen çığlığın gölgesidir; duyulmadığınız gerçeği uykunun sessizliğiyle fısıldanır.
Koşamamak, bütün gücüyle ilerlemek isterken yerinde saymak da evrensel kâbus temalarından biridir. Hartmann (1998) bu donmayı işlenemeyen kaygının bedensel bir metaforu olarak tanımlar. Aynı zamanda, kaçmak istediğimiz şeylerden kurtulamadığımız anların sahnesi olarak da okunabilir.
Karanlık bir koridorda adımlarınızı ileri itmeye çalışırsınız ama bedeniniz ağır bir zincirle yere bağlanmıştır; uyandığınızda hâlâ dizlerinizde o zincirin soğukluğunu hissedersiniz.
Kapısız odalarda sıkışıp kalmak da bir başka güçlü temadır. Jungcu okumalar bu sahneleri bilinçdışındaki tıkanma ve çıkışsızlık fantezisiyle ilişkilendirir (Jung, 1964). Psikodinamik yaklaşım ise onları ilişkilerdeki çözümsüzlüğün bir yansıması olarak görür. Duvarların yükseldiği, kapıların silindiği bir mekân… aslında kapanmamış meselelerin, bitmeyen ilişkilerin ve çözülmemiş düğümlerin mekânıdır. Rüya, bu labirentte sizi kendi çıkışsızlığınızla baş başa bırakır.
Evrensel Kâbusların Ortak Kökeni
Tüm bu kâbus sahneleri, aslında zihnin aynı kaynaktan beslenen farklı anlatıları gibidir. Bedenin kilitlenmesi, sesin boğazda düğümlenmesi, kapıların kaybolması ya da adımların ilerlememesi… Hepsi, insanın çaresizlikle, kaygıyla ve bastırılmış duygularla karşılaşma biçimleridir.
Rüya, bu karşılaşmayı simgeler aracılığıyla sunar; gündüz susturulan korkular, gece sahneye çıkar.
Ve belki de en ilginç olan, bu sahnelerin yalnızca bireysel deneyimlerimizden doğmaması, farklı kültürlerde ve zamanlarda aynı imgelerle tekrar etmesidir. Bir Türk’ün rüyasında gördüğü sessizlik, bir Avrupalının kâbusunda ihanete, Amazon yerlisinin rüyasında ise doğaüstü ruhların fısıltısına dönüşebilir. Yorumlar değişir, anlamlar kültürden kültüre kayar; ama özde aynı gerilim, aynı sıkışmışlık, aynı kaygı iş başındadır.
Rüyalar: Ortak İnsanlık Dilinin Metaforu
İşte bu yüzden kâbusları yalnızca kişisel deneyim değil, insan olmanın ortaklığını görünür kılan evrensel bir dil olarak okumak gerekir. Her gece zihnimiz, kimliğimizi, korkularımızı ve arzularımızı bu dilin metaforlarıyla yeniden yazar.
Farklı hayatlarımız olsa da benzer kâbuslar görmemizin nedeni, insanın ortak yapılarında gizlidir. Öncelikle biyolojik düzlemde beynin tehdit algısını düzenleyen yapılar, özellikle de amigdala, hepimizde benzer şekilde işler. Kaçma, savaşma ya da donakalma tepkileri evrimsel olarak ortaktır. Bu yüzden rüyada koşamamak ya da felç olmak, aslında aynı savunma mekanizmasının uykuda sahneye çıkan yüzleridir.
Psikolojik düzlemde de benzer bir ortaklık vardır. Bastırma ve kaygıyla başa çıkma yollarımız kişisel hikâyelerden beslense de aynı örüntüleri tekrarlar. Gündüz dile getirilemeyen öfke, susturulan çaresizlik ya da ertelenen kararlar gece olduğunda simgesel biçimler kazanır.
Kimi zaman boğazda düğümlenen ses, kimi zaman kapısız odaların karanlığı ya da yerinde sayan adımlar, hep aynı kaygının farklı metaforlarıdır.
Kültürler sembolleri değiştirir ama duygulara dokunmaz. Bir yılan bir yerde ihanetin, başka bir yerde koruyucu ruhların simgesi olsa bile her durumda o imge, yoğun bir duygunun taşıyıcısıdır.
Yorumlar değişir, sahneler başka dekorlarla giydirilir, ancak altındaki gerilim evrensel kalır.
Sonuç: Karanlıkta Paylaşılan Ortaklık
Sonuçta kâbus dediğimiz şey, yalnızca korkunun geceye sızmış hali değildir. O, insanın ortak yazgısına açılan bir kapıdır. Bedenin evrimsel belleği, zihnin bastırdığı çatışmalar ve kültürün sembolleri aynı sahnede buluşur.
Bu yüzden birbirinden farklı hayatlar yaşasak da aynı kâbuslarda karşılaşırız.
Belki de bu gerçeğin en ferahlatıcı yanı, karanlıkta yalnız olmadığımızı göstermesidir. Kendi korkularımızı yaşarken aslında başkalarının da aynı karanlıktan geçtiğini bilmek, insana tuhaf bir yakınlık hissi verir.
Fakat rüyaların tekinsizliği de burada kalır; çünkü bu ortaklık bize ait olanı bütünüyle çözmez, her zaman biraz sır saklı tutar.
Kaynakça
Blechner, M. J. (2001). The dream frontier. Analytic Press.
Fosshage, J. L. (1983). The psychological function of dreams: A revised psychoanalytic perspective. Psychoanalysis and Contemporary Thought, 6(4), 641–669.
Freud, S. (1953). The interpretation of dreams (J. Strachey, Ed. & Trans.; Vols. 4–5). Hogarth Press. (Original work published 1900)
Freud, S. (1955). Beyond the pleasure principle (J. Strachey, Ed. & Trans.; Vol. 18). Hogarth Press. (Original work published 1920)
Hartmann, E. (1998). Dreams and nightmares: The new theory on the origin and meaning of dreams. Plenum Press.
Hill, C. E. (1996). Working with dreams in psychotherapy. Guilford Press.
Jung, C. G. (1964). Man and his symbols. Doubleday.
Lacan, J. (1988). The seminar of Jacques Lacan: Book II. Cambridge University Press.
Lacan, J. (1977). The four fundamental concepts of psychoanalysis. W. W. Norton.
Lacan, J. (2006). Écrits: The first complete edition in English. W. W. Norton.
Nielsen, T., & Levin, R. (2007). Nightmares: A new neurocognitive model. Sleep Medicine Reviews, 11(4), 295–310.