“Sevgi, içinde her şeyi barındıran bir ateştir.”
— William Shakespeare, Romeo ve Juliet
Aşk; tutku, umut, acı ve bazen de çaresizlik… Romeo ve Juliet’in hikâyesi, sadece iki genç arasında yaşanan bir sevgi değil; içinde hayatın tüm meşakkatini taşıyan bir ateştir.
Peki, bu ateş gerçek “sevgi” miydi, yoksa iki kayıp ruhun derin bir varoluşsal sığınması mı?
Juliet Capulet’in ailesi, aristokrat ve güçlüdür. Bu denli gücün içinde ise sevgi kaybolmuştur. Capulet ailesinde aslolan itaat ve güçtür. Bu yüzden Lady Capulet ve Lord Capulet, Juliet’in iradesini hiçe saymış, duygularını önemsememiş ve isteklerine değer vermemiştir. Onlar için önemli olan, varlıklı soylarının en güçlü ve en mükemmel hâliyle devamlılığını sağlamaktır.
Juliet’in hayatı ve içinde büyüyen genç kızın kendi iradesiyle yaptığı tek şey ise nefes almaya devam etmektir. Dikkatinizi çekerim, yaşamak demedim; çünkü böylesine devasa bir baskı altında nefes almaya çalışırken, herhangi birinin—üstelik hikâyemizdeki genç bir kızken—kendini bulmaya, anlamaya çabalaması; büyük bir yalnızlık ve görünmezlik duygusuyla baş başa olması ne yazık ki ona yaşama fırsatı vermemiştir.
Öte yandan, Romeo Montague ailesinin durumu da pek farklı sayılmaz. Montague’ler ile Capulet’ler arasındaki uzun zamandır süregelen düşmanlık, Romeo’nun da kimliğini ve yaşamak istediği hayatı baskılamaktadır. Tıpkı Juliet gibi, Romeo da ailesinin beklentileri ve toplumun katı kuralları arasında sıkışmış, sevgiye aç bir kalbe sahip ve aynı zamanda sevgiden de bihaber bir gençtir.
Bu iki genç, birbirlerini ilk defa bir baloda görürler. Ve o ilk an… Gözleri birbirlerinde mühürlenmiş ve Shakespeare’in deyimiyle “ilk görüşte aşk”a yakalanmışlardır. Bu karşılaşma aslında her ikisinin de içinde taşıdığı duygusal boşluğun, reddedilmenin, bastırılmanın ve anlaşılma ihtiyacının dışa vurumudur. Romeo, Juliet’in yanında kendini özgür ve gerçekten “görülmüş” hisseder; Juliet ise Romeo’da sadece nefes alacağı değil aynı zamanda yaşayabileceği bir dünya görür. Bu ilk an, onların varoluşsal bir çığlığıdır: “Ben buradayım, beni anla, beni gör, beni duy!” Aşkları, bu ihtiyacın sembolü olarak alevlenir ve kısa sürede yoğunlaşır.
Bu yazıda, Shakespeare’in bu unutulmaz eseri aracılığıyla, aşkın yüzeyde görünen pırıltısının altında yatan derin psikolojik gerçekleri, duygusal ihmalin ve ailelerin baskılarının bireyin varoluşsal çabasını nasıl gölgelediğini inceleyeceğiz. Romeo ve Juliet’in hikâyesinde saklı kalan o kayıp ruhları, onların iç dünyalarını anlamaya çalışacağız. Çünkü bazen görünen en büyük aşk iken, asıl var olan en derin yaraların sessiz çığlıklarıdır.
Duygusal İhmal ve İzleri
Duygusal ihmal yalnızca sevgisizlik değildir; bireyin duygularının, düşüncelerinin ve içsel ihtiyaçlarının yok sayılmasıdır. Juliet’in ailesi onun seçimlerine izin vermez, kim olduğunu sorgulamasına alan tanımaz. Capulet ailesi için önemli olan, kızlarının kim olduğundan çok neye hizmet ettiğidir. Romeo da benzer şekilde, Montague ailesinin gölgesinde bastırılmış bir hayat sürer. Kalabalıklar içinde yalnız, duygularını paylaşamayan, görünmeyen bir gençtir.
Her iki karakter de bastırılmışlık, yalnızlık ve anlaşılma özlemiyle büyür.
İşte bu yüzden birbirlerine bu kadar hızla bağlanırlar. Yaşadıkları aşk, yalnızca bir romantik yakınlık değil; aynı zamanda derin bir “görülme” ve “anlaşılma” ihtiyacının yankısıdır. Romeo ve Juliet, ait olamamanın, anlaşılamamanın ve bastırılmış varoluşun acısıyla birbirlerine sığındılar. Ancak hiçbir dış destek ve sağlıklı iletişim olmadan, bu sığınak onları koruyamadı.
Romeo ve Juliet’in trajedisi, sadece yasak bir aşk değil; aynı zamanda ihmal edilmiş duyguların ve bastırılmış kimliklerin çığlığıdır.
Psikoloji alanında, çocuklukta yaşanan duygusal ihmal ve ebeveyn yönlendirmelerinin bireyin kimlik gelişimi üzerinde büyük etkisi olduğu bilinmektedir. Özellikle ergenlik döneminde, birey benliğini arar; kendi kararlarını vermek, kendi sesini bulmak ister. Ancak ailelerin katı sınır ve beklentileri, bu süreci çıkmaza sokar. Romeo ve Juliet’in hikâyesi, tam da bu noktada anlam kazanır: İki genç, kendilerini ifade etmekte zorlandıkları için, dış dünyadan kaçıp birbirlerinde bir “benlik” bulmaya çalışırlar.
Bu, bazen gerçek bir sevgi olarak görülse de psikolojik olarak bir “bağlanma açlığı” ve “kimlik karmaşası”dır. Birbirlerine tutunmaları, kendi içlerindeki boşluğu doldurma çabasıdır. Çünkü, sevgi ve kabul görme ihtiyacı, her insanın temel varoluşsal ihtiyacıdır.
Aşk mı, Sığınak mı?
Romeo ve Juliet’in hızlı ve yoğun aşkı, tutkulu olduğu kadar trajiktir. Psikolojik olarak, bu tür ilişkiler bazen “bağımlı ilişki” özellikleri taşır. Birey, kendi eksikliklerini partnerinde tamamlamaya çalışır. Bu, sağlıklı bir sevgi değil, daha çok bir ihtiyaçtır. İki genç, birbirlerinde kendilerini “görülmüş” ve “anlaşılmış” hissederler; ancak bu, gerçek bir bütünleşme değil, geçici bir sığınaktır.
Yasaklılık ve zorluklar, aşklarını beslerken aynı zamanda daha da tehlikeli hâle getirir. Çünkü desteklenmeyen, anlaşılamayan bireylerin kurduğu ilişkiler çoğu zaman yüzeysel bağlarla kalır. Romeo ve Juliet’in trajedisi de burada başlar: Aşkları, onları koruyacak değil, yok edecek kadar derindir. Çünkü ne Romeo ne de Juliet sevgi nedir, nasıl sevilir hiç tatmış ve bunları hiç öğrenmemiştir.
Sessiz Çığlıkların Sonu
Juliet, ailesi onu başka biriyle evlendirmek isteyince, bir rahibin yardımıyla kendini ölü gibi gösteren bir iksir içer. Ama plan aksar. Romeo, Juliet’in öldüğünü sanarak kendini zehirler. Juliet uyanınca Romeo’nun cesedini görür ve o da hançerle kendini öldürür.
Romeo ve Juliet’in hikâyesi, bir aşk masalı değil; görülmeyen çocuk(luk)ların, susturulmuş duyguların ve bastırılmış yaşamların çığlığıdır. Onlar sadece birbirine âşık olmadı; onlar aynı karanlıkta birbirine sığınan iki kayıp ruh oldu. Sevilmekten çok anlaşılmak istediler, ama duyulmadılar. Yaşamak istediler, ama nefes almaları bile çok zordu. Ailelerinin gölgesinde, onlara çizilen zorluk ve yol üstünde kendi kimliklerini ararken, en saf duygularıyla severek hayata tutunmaya çalıştılar.
O büyük sevgi onlar için bir yaşamın başlangıcı gibi görünse de, aslında bir uçurumun eşiğindelerdi ve kimse onlara el uzatmadığı için uçurumdan öylece yuvarlandılar.
Bugün hâlâ birçok genç, sevgi adına yok sayılıyor; kendi hikâyesini yazmak isterken başkalarının kaleminde siliniyor. Bu yüzden Romeo ve Juliet’in hikâyesi, hâlâ günümüzün aynasıdır. Bize şunu fısıldar:
“Sevgi, sadece var olmak değil; olduğun gibi kabul edilmek ister.”
Ve belki de asıl trajedi, ölmek değil… Yaşarken hiç var olamamaktır.