Salı, Eylül 23, 2025

Haftanın En Çok Okunanları

Son Yazılar

Alternatif Aşk

Eskiden aşk biraz da coğrafyayla sınırlıydı: aynı mahalle, aynı okulun kantini ya da aynı işyeri. Ve eskiden “kısmet ayağına gelir” denirdi, ya komşunun oğlu/kızı ya da akrabanın tanıdığı. Şimdi ise kısmet değil, algoritmalar ayağımıza geliyor: bir sağa kaydır, bir sola kaydır. Sosyal psikoloji bize çok net bir şey söylüyor: seçenek sayısı arttıkça karar vermek kolaylaşmaz, aksine zorlaşır. Buna “seçim paradoksu” deniyor. Yani yüzlerce alternatifin ortasında, birini seçmek yerine sürekli “acaba daha iyisi var mı?” diye düşünmek, bağlanmayı güçlendiriyor. Bu da mevcut ilişkiye yatırım yapmayı geciktiriyor.

Burada bağlanma stilleri devreye giriyor. İlk bağlanma stilimizi ailemizden öğreniyoruz; evet, bu temel sağlam. Ama yetişkinlikte ilişkilerimizin dinamikleriyle de yeniden şekillenebiliyor. İşte tam bu noktada alternatif aşk, özellikle kaygılı ya da kaçıngan bağlanma eğiliminde olan kişilerde farklı sonuçlar doğuruyor. Mesela kaygılı bağlananlar, “daha iyisini bulur mu?” korkusunu yoğun yaşarken, sürekli onay arama eğiliminde olabilir. Kaçıngan bağlananlar, “nasıl olsa çok seçenek var” diyerek bağlanmaktan kolayca kaçabilir. Güvenli bağlananlar ise seçenek çokluğunu bir tehdit değil, daha sağlıklı bir tercih imkanı olarak görebilir. Yani seçenekler arttıkça, bağlanma stiliniz aslında pusula haline geliyor. Kimisi için bu bolluk kaygıyı artırıyor, kimisi için de kaçış bahanesi oluyor.

Seçenekler arttıkça insanlar ne yapıyor? Kriterler, “red flag”ler, “green flag”ler, checklist’ler… Aşk neredeyse bir Excel tablosuna dönüşmüş durumda. Freud’un dediği gibi bilinçdışının oyunları, Jung’un gölge yanlarımızla yüzleşme ihtiyacı işin bir tarafında dururken, pratikte çoğu insanın aklında tek bir soru dönüyor: “Bu kişiyle bağlanırsam daha iyisini kaçırır mıyım?” Aslında alternatif aşk yeni bir şey değil, ama bu kadar görünür ve hızlı erişilebilir olması yeni. Geçmişte seçenekler çevreyle sınırlıyken, bugün bir kaydırmayla yüzlerce potansiyel eşleşme elimizin altında.

Bu hiper-seçenek bolluğu, fark edilmeyen bir gerilim yaratıyor: zihnimizde hâlâ “bağlılık kültürü” beklentisi var, ama günlük hayatta “alternatif bolluğu kültürü” içinde yaşıyoruz. Sosyal medya algoritmaları da bu gerilimi besliyor; sürekli “daha fazlası var” hissi pompalanıyor.

Ama asıl mesele burada bitmiyor. Bu alternatifçilik nasıl işledi kanımıza? İnsan neden hep daha fazlasını ister? Bunun cevabı hem biyolojide hem mitolojide gizli. Yunan mitolojisindeki Pandora’nın kutusunu düşünün: merak ve “daha fazlasını bilme arzusu” yüzünden kutu açılır, kötülükler dünyaya saçılır. Bu hikâye, insanın “bir adım daha ileri gitme” dürtüsünü anlatır. Ya da Narkissos’un kendi yansımasına kapılıp dünyadan kopması… Sonsuz seçenekler karşısında kendine saplanıp kalmanın kadim sembolü. Bilim ise aynı şeyi başka bir dille söylüyor. Beynimizde dopamin, ihtiyacımız olanı elde ettiğimizde değil, onu ararken salgılanıyor. Yani tatmin değil arayış bizi harekete geçiriyor. Bu yüzden seçenekler çoğaldıkça daha çok arıyoruz ama daha az mutlu oluyoruz. Modern dünyanın sunduğu “sonsuz alternatif” kültürü, aslında kadim bir açlığın üzerine inşa edilmiş durumda.

Sonuçta ortaya şu tablo çıkıyor: bağ kurmak doğamızda, ama hız, bireysellik ve seçenek bolluğu bu doğayı çarpıtıyor. İnsan yakınlık arıyor ama emek vermekten kaçıyor, özgürlük istiyor ama sorumluluğu başkasına yüklüyor. Böyle olunca ilişki, en temel ihtiyacımızı karşılamak yerine bir yük gibi algılanıyor.

Sonuç

Aşk meselesi aslında psikolojinin de felsefenin de yıllardır uğraştığı bir alan. Psikoloji bize şunu söylüyor: insan bağ kurmaya programlıdır. Beynimiz, bedenimiz, hatta bağışıklık sistemimiz bile ilişkiden beslenir. Bağsızlık biyolojik olarak sürdürülebilir değil. Ama felsefe de başka bir şey ekliyor: insan sadece bağ kurmak isteyen bir varlık değil, aynı zamanda özgürlüğünü de korumak isteyen bir varlıktır. İşte asıl mesele bu ikisinin dengesini kurabilmek.

Sartre, özgürlüğü “seçim yapma zorunluluğu” olarak tanımlar. Ona göre özgürlük, sınırsız keyif değil, seçimlerin sorumluluğunu taşımaktır. Yalom da benzer bir şekilde, ilişkide özgürlüğün ancak sorumlulukla birlikte var olabileceğini söyler. Jung, gölge yanlarımızla yüzleşmeden gerçek yakınlığın mümkün olmadığını hatırlatır. Freud ise dürtülerimizin daima bir başkasına yöneldiğini gösterir.

Tüm bu bakış açıları birleşince ortaya şu sonuç çıkıyor: aşk, seçimden, sorumluluktan ve kendimizle yüzleşmekten ayrı düşünülemez. Bugünün dünyasında bireyselliğin yüceltilmesi, ilişkileri özgürlüğün düşmanı gibi gösteriyor. Ama özgürlük, sorumluluktan kaçmak değil; tam da sorumluluğun içinde kendini var etmektir. Bağ kurmak ise zincir değil, insanın varoluşunu genişleten bir deneyimdir. Çünkü sağlam bir bağ, bizi küçültmez; tam tersine kendi benliğimizi daha rahat ifade edebileceğimiz güvenli bir zemin yaratır.

Kısacası: psikoloji bize bağ kurmanın biyolojik zorunluluk olduğunu söylüyor, felsefe ise bunun aynı zamanda etik ve varoluşsal bir sorumluluk olduğunu. Modern çağın hiper-seçenek bolluğu içinde yol alırken unutmamamız gereken şey şu: özgürlükle bağ birbirinin zıttı değil, birbirini tamamlayan iki insani ihtiyaçtır. İnsan, ancak hem bağlanıp hem özgür olabildiğinde kendini gerçekten bütün hisseder. Belki de aşk, her zaman sorduğumuz yanlış soruda gizlidir: “Daha iyisi var mı?” yerine belki de şunu sormalıyız: “Ben bu kişiyle birlikte kim oluyorum?” Çünkü özgürlüğü de, bağlanmayı da aynı anda yaşayabilmenin sırrı, başkasının içinde kaybolmak değil, onun yanında kendimizi daha çok bulabilmekte yatıyor. Ve belki de asıl paradoks şu: aşk, bizi sınırlamaz; doğru kişiyle yaşandığında aslında varlığımızın en geniş hâlini açığa çıkarır.

Kübra Yılmaz
Kübra Yılmaz
Psikolog Kübra Yılmaz, lisans eğitimini %100 İngilizce olarak Psikoloji alanında tamamladı. Bilişsel Davranışçı Terapi (BDT), EMDR, Deneyimsel Oyun Terapisi, Kısa Süreli Çözüm Odaklı Terapi ve Sanat Terapisi gibi farklı ekollerde eğitimler aldı. Süpervizyon süreçleriyle mesleki gelişimini çocuk, ergen ve yetişkin terapileri alanında sürdürüyor. Terapötik süreci, kişinin kendini tanıma ve yaşamına yön verme yolculuğu olarak ele alıyor. Yazılarında; ilişkiler, kaygı, sınırlar ve gelecek kaygısı gibi konuları, sade, anlaşılır ve bilimsel temele dayalı bir dille aktarıyor. İçeriklerinde hem duygusal farkındalık hem de zihinsel esneklik kazandırmayı hedefliyor.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Popüler Yazılar