Adalet, mahkeme salonunun sınırlarını aşarak toplumların ahlaki vicdanlarını sergilediği bir sahneye dönüşür. Çocuklar arasında yaşanan şiddet vakalarında bu sahne daha da duygusal ve simgesel bir anlam kazanır. Medya, siyaset ve toplumsal duygularla şekillenen kamu söylemi, olayları genellikle masumiyet ve suçluluk arasındaki basitleştirilmiş anlatılar üzerinden yorumlar. Ancak bu ahlaki temsillerin altında kalıcı bir dengesizlik yatar: Mağdurlara gösterilen merhamet ve görünürlük çoğu zaman toplumsal sınıfla paralellik gösterir; böylece empati, mevcut hiyerarşilerin bir yansımasına dönüşür.
Ahlaki Öfkenin Gösterisi
Toplumsal öfke çoğu zaman adaletin kılığına bürünür. Dijital çağda yas ve kınama, etiketler, nöbetler ve toplu şok ifadeleriyle senkronize ritüellere dönüşür. Bu tür gösteriler, yapısal sorunları ele almaktan ziyade ortak ahlaki değerleri pekiştiren toplumsal-düzenleyici bir işlev görür (Day ve diğ., 2014). Böylece öfke, “ahlaki bir performans” hâline gelerek siyasal sonuç doğurmadan duygusal bir boşalım sağlar.
Duygusal dışavurumun ve topluluk kimliğinin güçlü olduğu Türkiye’de bu tür performanslar daha da belirginleşir. Yas ve öfke sosyal medyayı kaplar; yurttaşlar içtenlikle konuşur, ancak duygular hızla dağılır. Üzümcü ve Güler (2021) bunu “kolektif empati dalgası” olarak tanımlar—geçici bir birlik hissi yaratır, fakat alttaki adaletsizlikleri değiştirmeden kaybolur.
Sınıf ve Merhamet Hiyerarşileri
Her trajedi aynı ölçüde empati uyandırmaz. Araştırmalar, merhametin toplumsal olarak tabakalaştığını göstermektedir: insanlar, sınıf, dil ve yaşam tarzı bakımından kendilerine benzeyen mağdurlara karşı daha fazla duyarlılık gösterirler (Cikara ve diğ., 2011). Medya, ayrıcalıklı mağdurları umut verici, başarılı ve “geleceği parlak” bireyler olarak betimlerken; yoksul ya da dışlanmış kesimlerden gelenleri kimliksiz, sıradan figürlere indirger.
Bu fark yalnızca estetik değil, aynı zamanda ahlaki bir hiyerarşiyi de yansıtır. Bourdieu (1984), “sembolik sermaye”yi kimin yaşamının değerli sayılacağını belirleyen görünmez bir ayrıcalık biçimi olarak tanımlar. Şiddet sınıf sınırlarını aştığında—dezavantajlı bir fail, statü sahibi birini hedef aldığında—toplumsal tepki yoğunlaşır. Mağdura duyulan empati artarken, failin ahlaki olarak mahkûm edilmesi de derinleşir. Böylece suç, bireysel bir trajedi olmaktan çıkar; bozulmuş toplumsal düzenin sahnelendiği bir drama dönüşür.
Ahlaki Öfkenin Yanlış Kullanımı
Sosyal medya, öfkenin ahlaki akıl yürütmenin yerini aldığı duygusal bir mahkeme salonuna dönüşmüştür. Toplumsal öfke, gerçeklerden daha hızlı yayılır; ergen failler “yeterince büyük” görülüp cezalandırılmak istendiğinde, ergen beyninin hâlâ gelişmekte olduğu gerçeği göz ardı edilir (Stevenson, 2018; Steinberg, 2010). Doğruyu yanlıştan ayırmak ile eylemin sonuçlarını kavramak arasındaki fark bulanıklaşır ve karmaşık gerçekler basit suçlamalara indirgenir.
Bu ahlaki basitleştirme, yasın intikama dönüşmesine yol açar. Kamusal tartışma kısa sürede “neden” yerine “nasıl cezalandırılmalı” sorusuna yönelir. Oysa cezalandırma tek başına, ergenlerin şiddete yönelmesine yol açan toplumsal ve ailevi koşulları ya da empatinin sınıfsal ayrıcalıklara göre seçici dağıtılmasını açıklayamaz.
Failin İnsanlıktan Çıkarılması
Toplum, mağdurun masumiyetini koruma arzusu ile çoğu zaman faili insanlıktan çıkarır (Opotow, 1990). Fail ergen olduğunda bu durum, onların “kurtarılamaz” olarak damgalandığı bir ahlaki paniğe dönüşür (Cohen, 1972). Oysa araştırmalar, ergenlerin hâlâ gelişmekte olan prefrontal korteksleri nedeniyle dürtüsel davrandıklarını göstermektedir (Steinberg, 2010; Scott & Reppucci, 2006). Bu, suçu ortadan kaldırmaz ancak sorumluluğun yeniden değerlendirilmesini gerektirir.
Yine de yoksul veya istikrarsız ailelerden gelen faillerin davranışları, toplumsal yoksunluk yerine ahlaki eksiklik olarak yorumlanır. Böylece Garland’ın (2001) “cezalandırma popülizmi” olarak tanımladığı durum pekişir: Adalet, akıl yerine duygu ile şekillenir.
Şiddet: Yoksunluğun Yansıması
Kriminal psikologlar, şiddetin özellikle ergenler arasında doğuştan kötülükten çok duygusal yoksunluğun bir sonucu olduğunu uzun süredir vurgulamaktadır. Gilligan (2000), şiddeti utancın dili olarak tanımlar; görülmediğini ve güçsüz olduğunu hisseden bireylerin başvurabileceği son ifade biçimi olarak değerlendirir. Bu çerçevede bir ergenin öldürmesi yalnızca ahlaki bir başarısızlık değil, kronik ihmal, aşağılanma ve karşılanmamış duygusal ihtiyaçların birikimli sonucudur.
Buna karşın, bu yorum kamu tartışmalarında nadiren yaşama şansı bulur. Adaletin ahlaki sahnesi net roller talep eder: erdemli mağdur ve canavarca fail. Karmaşık toplumsal ve psikolojik gerçeklikler, anlatının akışını bozar. Failin geçmişinin suça etkisi olduğunun kabulü, toplumsal öfkeyi zayıflatabilir; oysa öfke, performansın duygusal yakıtıdır. Bu nedenle, şiddeti üreten toplumsal ve bireysel koşulların incelenmesi yerine kamu, sembolik düzenin yeniden tesisini sağlayacak misillemeyi talep eder.
Adaletin Katarsisi
Hukuki süreç çoğu zaman toplu duyguların sahnesi hâline gelir. Duruşmalar yayınlanır, kararlar tartışılır ve tatmin, cezanın etkisinden çok duygusal hissiyatla ölçülür. Garland’a (2001) göre geç-modern toplumlarda cezanın işlevi caydırmaktan çok güvence sağlamaktır; failin çektiği acı, ortak ahlaki normların pekiştirilmesine hizmet eden bir gösteri niteliği taşır.
Bu dinamik, mağdurlar eğitim, güzellik veya kültürel prestij gibi idealleri temsil ettiğinde daha da belirginleşir. Ölüm, kaybedilen toplumsal ve bireysel beklentileri simgelerken, failler ahlaki çöküşün temsilcisine dönüşür. Mağdur ise ne kadar idealize edilmişse, empati alanı o kadar daralır; adalet, değer gösterisinin sahnelendiği bir performansa dönüşür.
Merhamet: Radikal Bir Eylem
Mağdura ve failine empati göstermek, suçu ortadan kaldırmaz; aksine trajediyi bir gösteriye dönüştüren ahlaki senaryoya direnç gösterir. Batson’un (2011) belirttiği gibi, gerçek merhamet hesap verebilirlikle birlikte var olabilir. Zorluk, affetmeden insanileştirmektir—şiddetle yüzleşirken, onu besleyen toplumsal hiyerarşileri yeniden üretmemek gerekir.
Empati sınıfa bağlı olduğunda, adalet etik temelini yitirir. Mahkeme salonu bir sahneye dönüşür ve toplum, nedenleri değil semptomları cezalandırmaya devam eder.
Sonuç
Her toplum, yas ve kınama biçimiyle kendi ahlakını sergiler. Adalet bir performansa dönüştüğünde empati alkışa dönüşür. Bu sahnenin ötesine geçmek için şiddeti yalnızca bertaraf edilecek bir kötülük olarak değil, görünür kılınmış bir eşitsizlik olarak görmek gerekir; ancak o zaman adalet, sahne performansı olmaktan çıkarak gerçek bir onarım sağlayabilir.
Kaynakça
Batson, C. D. (2011). Altruism in Humans. Oxford University Press.
Bourdieu, P. (1984). Distinction: A Social Critique of the Judgment of Taste. Harvard University Press.
Cikara, M., Bruneau, E., & Saxe, R. (2011). Us and them: Intergroup failures of empathy. Current Directions in Psychological Science, 20(3), 149–153.
Cohen, S. (1972). Folk Devils and Moral Panics. Routledge.
Day, M. V., Fiske, S. T., Downing, E. L., & Trail, T. E. (2014). Shifting liberal and conservative attitudes using moral foundations theory. Personality and Social Psychology Bulletin, 40(12), 1559–1573.
Garland, D. (2001). The Culture of Control: Crime and Social Order in Contemporary Society. Oxford University Press.
Gilligan, J. (2000). Violence: Reflections on a National Epidemic. Vintage.
Opotow, S. (1990). Moral exclusion and injustice. Journal of Social Issues, 46(1), 1–20.
Scott, E., & Reppucci, N. D. (2006). Public attitudes about the punishment of young offenders. Behavioral Sciences & the Law, 24(6), 815–832. https://doi.org/10.1002/bsl.727
Steinberg, L. (2010). A dual systems model of adolescent risk-taking. Developmental Psychobiology, 52(3), 216–224.
Üzümcü, A., & Güler, D. (2021). Cultural scripts of mourning in Turkish society. Journal of Cross-Cultural Psychology, 52(4), 298–314.


