Bir danışanım bir gün seans sırasında sessizce şunu söyledi:
“Yaşadıklarımın beni güçlü yapması gerekiyormuş gibi hissediyorum. Ama ben hâlâ çok kırık, hâlâ çok yorgunum.”
Bu cümle, aslında günümüzün en görünmez baskılarından birini özetliyor. Hepimiz hayatın bir noktasında travmalar ile karşılaşıyoruz: bir kayıp, bir ayrılık, bir ihanet, bir hastalık, ya da çocuklukta içimize işleyen görünmez yaralar… Ama artık bu travmalardan sadece acıyla değil, aynı zamanda “bir güç hikâyesi” ile çıkmamız gerektiği öğretiliyor.
Sosyal medyada sürekli aynı mesaj: “Acından güç al, küllerinden doğ, seni daha iyi bir insan yaptı.” Filmler, kişisel gelişim kitapları, hatta bazen arkadaşlarımız bile bize aynı şeyi söylüyor: “Bundan güçlenerek çıkmalısın.”
Ama şu soruyu dürüstçe sormanın zamanı gelmedi mi?
Travmalarımızı gerçekten her zaman olumluya çevirmek zorunda mıyız?
“Güçlenmelisin” Baskısının Görünmez Yükü
Psikolojide “post-travmatik büyüme” diye bir kavram vardır. Bazı insanlar gerçekten de travmadan sonra hayata daha farklı bir gözle bakabilir, daha dirençli olabilir. Ancak bu herkes için geçerli değildir.
Birey üzerinde yaratılan “travmadan mutlaka güçlenerek çıkmalısın” baskısı, aslında acının kendisini yaşamasına engel olur. İnsan kendini sorgulamaya başlar:
“Neden daha güçlü hissedemiyorum? Neden toparlanamadım?”
Oysa iyileşme; hızlı, doğrusal ya da mucizevi bir süreç değildir. Her bireyin yolu, zamanı ve ihtiyacı farklıdır.
Acıya İzin Vermek
Travma, hayatı aniden kesintiye uğratan bir durma noktasıdır. Birden bire kendimizi güvensiz, kırılgan ve çaresiz hissederiz. İşte bu noktada yapılacak en kıymetli şey, acıya izin vermektir.
Toplum bize acıyı hızla “olumluya” çevirmemizi fısıldarken, aslında unuttuğumuz bir gerçek var: Travmanın tek anlamı onu dönüştürmek değildir. Onun anlamı, bize kırılganlığımızı, insan oluşumuzu hatırlatmasında da saklıdır.
“Olumlama” Kültürünün Karanlık Yüzü
Modern dünyada “pozitiflik” neredeyse bir yaşam tarzı oldu. “Olumlu düşün, olumlu olsun.”
Ama bu yaklaşım, çoğu zaman kişiyi gerçek duygularından uzaklaştırır.
Çevremizden sıkça duyarız:
“Boş ver, takma kafana.”
“Her şeyde bir hayır vardır.”
“Bundan da bir ders çıkar.”
Oysa bazı acıların hiçbir olumlu yanı yoktur.
Bir kaybın gerçeği kayıptır. Bir ihanetin gerçeği kırgınlıktır. Ve bazı yaralar sadece iz bırakır. Onları dönüştürmek zorunda değiliz. Onlarla yaşamayı öğrenmek yeterlidir.
İyileşmenin Sessizliği
Birçok insan iyileşmeyi büyük bir aydınlanma anı, güçlü bir dönüşüm hikâyesi gibi hayal eder. Ama iyileşme, çoğu zaman çok daha sessizdir.
-
Bazen sadece derin bir nefes alabilmektir.
-
Bazen bir dostun yanında susabilmektir.
-
Bazen sabah uyandığında, acının hâlâ orada olduğunu ama onunla yaşamaya başladığını fark etmektir.
İyileşme, mucizevi bir değişim değil; küçük, gündelik adımların toplamıdır.
Son Söz: Acıyı Altın Madalyaya Dönüştürmek Zorunda Değiliz
Travmalarımızı hep olumluya çevirmek zorunda değiliz. Onlar, hayatımızın sadece acı veren sayfaları değil, aynı zamanda bizi biz yapan parçalarıdır.
Gerçek iyileşme, acıyı mutlaka faydalı bir şeye dönüştürmekte değil; onun varlığına izin vermekte yatar. İyileşmek, kahramanca bir yükseliş değil; kırılgan, yavaş ama çok insanca bir süreçtir.
Ve belki de en büyük güç, tam da burada saklıdır: Acıyı altın madalyaya dönüştürmek zorunda olmadığımızı kabul etmekte.