Sabah uyandığınızda telefonunuzu elinize alır almaz haberleri kontrol ediyor musunuz?
Birbiri ardına gelen felaket, kriz, ekonomik belirsizlik, şiddet ve adaletsizlik haberleriyle dolu bir akış sizi karşılıyorsa yalnız değilsiniz. Yaşadığımız çağda dünya ve ülke gündemi artık sadece “haber” değil, zihinsel yük haline gelmiş durumda. Bu bilgi bombardımanının duygusal karşılığı ise çoğu zaman: kaygı.
Peki nedir bu kaygı? Klinik açıdan bakıldığında kaygı, gelecekte olabilecek olumsuzluklara karşı duyulan belirsizlik ve tehdit hissiyle ilişkilidir (American Psychiatric Association, 2013).
Ancak modern dünyada kaygı, yalnızca bireysel değil; toplumsal ve çevresel faktörlerden de ciddi şekilde etkileniyor. Özellikle Türkiye gibi politik, ekonomik ve sosyal çalkantıların yoğun yaşandığı ülkelerde, kişiler sadece kendi hayatları için değil; toplumun geleceği, çocuklarının güvenliği ya da ülkenin adalet sistemi için de kaygı duyabiliyorlar.
İnsan beyni tehdit algısına karşı evrimsel olarak hayatta kalma amaçlı bir alarm sistemiyle donatılmıştır. Ancak bu sistem, günümüzde fiziksel tehlikelerden çok, soyut tehditler karşısında devreye giriyor: haber başlıkları, sosyal medya içerikleri, gelecek belirsizliği…
Sürekli tetikte kalmak hem ruhsal hem bedensel kaynaklarımızı tüketiyor. Sürekli haberleri takip eden bireylerde stres hormonları olan kortizol ve adrenalin düzeylerinin arttığı, bu durumun uyku bozukluğu, sinirlilik ve konsantrasyon sorunlarına yol açtığı birçok çalışmada gösterilmiştir (Sapolsky, 2004).
Bireyler sadece kişisel deneyimlerinden değil, toplumsal travmalardan da etkilenir. Toplumun tamamını etkileyen deprem, terör olayları, ekonomik krizler gibi süreçler; bireysel psikolojide kaygı, çökkünlük ve hatta travma sonrası stres bozukluğu (TSSB) belirtilerine yol açabilir (Volkan, 2004).
Bu tür travmatik süreçler, sadece doğrudan mağdurları değil, bu olayları uzaktan izleyen bireyleri de duygusal olarak etkiler. Özellikle empatik yapıya sahip bireylerde, “benim başıma gelmese bile başkalarının acısını taşıyorum” hissiyle sekonder travma oluşabilir.
Bu Kadar Şey Olurken Nasıl Rahatlayalım?
Birçok insan şu çelişkiyle boğuşuyor: “Bu kadar ağır şeyler yaşanırken kendimi iyi hissetmem bencilce mi olur?”
Ya da “gündem bu kadar korkutucuyken nasıl kaygılanmayayım?” Gerçek şu ki, iyi hissetmeye çalışmak, olup biteni yok saymak değil; dayanıklılığını korumaya çalışmaktır.
Bu noktada “duygusal öz bakım” kavramı devreye giriyor. Ne kadar kırılgan olduğunuzu kabul ederken, aynı zamanda zihinsel sağlığınıza sahip çıkmanız gerekiyor.
Mindfulness (bilinçli farkındalık), nefes egzersizleri, doğayla temas, sınır koymak gibi tekniklerin kaygı üzerinde olumlu etkileri bilimsel olarak da kanıtlanmıştır (Kabat-Zinn, 2003).
Gün içinde en azından belli saatlerde haberlerden uzak durmak, sosyal medyada size iyi gelmeyen içerikleri sınırlandırmak, bir fincan çayı sakinlikle içebilmek bile sisteminize kısa bir nefes aldırır. Kaygıyı konuşmak, onu küçültmez; ama taşınmasını kolaylaştırır.
Güvendiğiniz bir arkadaşla duygularınızı paylaşmak ya da gerekirse profesyonel bir destek almak bu süreçte oldukça yardımcı olabilir. Kaygı, başlı başına bir düşman değildir; ancak yalnızlaştığında ve anlaşılmadığında ağırlaşır.
Özellikle psikoterapi, bireyin kaygısını sadece bastırmak yerine anlamlandırmasına, kökenlerini fark etmesine ve baş etme yolları geliştirmesine yardımcı olur (Yalom, 2002).
Son Söz: Duygularınız Normal, Yalnız Değilsiniz
Kaygı duymak, çoğu zaman “bir şeyler yolunda değil” sinyalini veren sağlıklı bir psikolojik alarm sistemidir. Ancak bu alarm sürekli çalıyorsa, artık korunmaya değil, yorulmaya başlarız.
Günümüzde yaşanan ekonomik krizler, toplumsal adaletsizlikler, savaş haberleri ya da iklim değişikliği gibi küresel sorunlar, bireyin sadece kendi yaşamına değil, dünyaya dair umudunu da sarsabiliyor.
Böyle zamanlarda insanlar sıklıkla “Ben mi çok hassasım?”, “Bu kadar etkilenmem normal mi?” diye kendilerini sorguluyor. Ancak burada önemli olan şu:
Yaşadığınız duygular, sizin zayıflığınız değil, insan oluşunuzun göstergesidir.
Duyarlı olmak, çevresine karşı gözünü ve kalbini açık tutmak, bazen ruhsal olarak yorucu olabilir; ama bu sizi daha az değerli değil, daha derin hisseden biri yapar.
Gündemin ağırlığı altında ezildiğinizi hissettiğinizde, kendinize şunu hatırlatmanız kıymetlidir:
“Bu duygularla baş etmeye çalışan sadece ben değilim. Yalnız değilim.”
Belki dünyanın gidişatını tek başımıza değiştiremeyiz, ama kendi iç dünyamıza iyi bakarak, çevremizdeki insanlara temas ederek ve anlamlı bağlar kurarak bu yükü birlikte hafifletebiliriz.
Ruhsal sağlığımızı korumak, bu karanlıkta bir mum yakmak gibidir. Her küçük aydınlık, bir başkasına da yol gösterir.
Bazen küçük bir mola, sakin bir sohbet, bir kitabın satırları ya da bir uzmandan alınan destek, zihninize nefes aldırır. Ve bu da devam edebilmek için yeterlidir.
Unutmayın, bu dünyada olup bitenlere gözlerini kapatmadan yaşayabilmek; ne olup bittiğini fark ederek ama tüm bu farkındalıkla kendinizi de kaybetmeden yol alabilmek bir denge işidir.
O dengeyi ararken düşebilirsiniz, ama yeniden doğrulmak da her zaman mümkündür.
Siz sadece bir birey değilsiniz; hisseden, düşünen ve dayanıklılık geliştirebilen bir bütünsünüz.
Ve bu bütünlük, ilgi ve özen görmeyi hak eder.