Instagram Neden Hayatımızın Merkezi Haline Geldi?
Bir içerik üreticisi İtalya’da fotoğraf çekileceği mekânları ve bu mekânlarda giyeceği kıyafetleri önceden oluşturduğu planını nasıl yaptığına dair bir video çekti. Gezeceği yerleri tek tek arattı ve orada çekilen en güzel fotoğraflardan bir arşiv oluşturdu, kıyafetlerinin fotoğraflarını dijital ortamda sticker hâline getirdi. Bu sistemli ve özenli fotoğraf çekinme planı, hayatımızı bazen Instagram’a göre yaşayabildiğimiz gerçeğini gözler önüne çarpıcı bir biçimde seriyor. Artık fotoğraf çekip Instagram’a koymaktan ziyade, Instagram’a koymak için fotoğraf çekme döngüsüne girmiş durumdayız. Bu durum, Instagram’ın hayatımız üzerindeki etkisini ve bizi nasıl bir “hapishaneye” dönüştürdüğünü açıkça gösteriyor.
Instagram Hapishanesi ve Beğenilme Arzusu
Müzelerle, katedrallerle, kiliselerle, doğayla ve sanat eserleriyle kurduğumuz ilişkinin bir fotoğraf karesine indirgenmesi, yaşadığımız anla aramıza büyük bir mesafe koyuyor. Bu, Instagram’ın bizi beğenilme arzusu yoluyla kendine köle etmesinin en belirgin sonuçlarından biri. Sürekli başkalarının gözünde “mükemmel” görünme çabası, gerçek deneyimin önüne geçiyor ve anın tadını çıkarmamızı engelliyor.
Karşılaştırma Kültürü ve Mutsuzluk
Instagram’ın yol açtığı en temel sorunlardan biri de sosyal karşılaştırma kültürüdür. Başkalarının sahip olduklarıyla kendi sahip olduklarımızı kıyaslamak, kaçınılmaz olarak mutsuzluğa yol açıyor. Günümüzde bu karşılaştırmanın önüne geçmek neredeyse imkânsız çünkü göstermeye odaklı yaşıyoruz. Yaptığımız şeyin kendisi ve niteliğinden çok, başkaları tarafından bilinmesi önem taşıyor. Bu durum, Jean-Paul Sartre’ın “Başkaları cehennemdir” sözünü akıllara getiriyor; “elalem ne der” anlayışı adeta bir cehennem hissi yaratıyor ve özgür irademize ket vuruyor.
Foucault’nun Panoptikon’u ve Görünmez Baskı
Michel Foucault’nun Panoptikon kavramı, Instagram’ın bu “hapishane” işleyişini anlamamıza yardımcı oluyor. Foucault, Panoptikon’un hapishanelerdeki sürekli gözetim mekanizmasının, mahkûmların dışarı çıktıklarında bile içselleştirdikleri kurallara göre davranmalarına yol açtığını savunur. Tıpkı bunun gibi, Instagram da görünmez bir gözetim mekanizması gibi işleyerek bizi kendi kendimizin gardiyanı hâline getiriyor. İktidarın rızayı ürettiği bu ortamda, kendi seçimimiz sandığımız şeyler aslında görünmez bir toplumsal baskının sonucu olabiliyor. Herkesin lüks mekânlarda bulunma ve bunu gösterme arzusu, bu baskının bir sonucudur.
Freud’un Süperego’su ve Toplumsal Normların Etkisi
Sigmund Freud’un süperego kavramı da toplumsal normların kararlarımız üzerindeki etkisini açıklarken merkezi bir rol oynar. Freud, insan zihnini id, ego ve süperego olmak üzere üç ana unsurla açıklar. İd, ilkel arzuların ve içgüdülerin kaynağıdır; ego, gerçeklik ilkesiyle hareket ederek id’in isteklerini topluma uygun bir şekilde tatmin etmeye çalışır. Süperego ise, toplumun ahlaki ve etik değerlerinin, kurallarının ve yasaklarının içselleştirilmiş bir temsilidir. Ebeveynlerden, öğretmenlerden ve genel olarak toplumsal çevreden alınan bu kurallar, bireyin vicdanını ve ideal benliğini oluşturur.
Instagram gibi platformlar aracılığıyla sürekli maruz kaldığımız “ideal” yaşam tarzları, başarı kıstasları ve güzellik standartları, süperegoyu besler ve güçlendirir. Süperego’nun getirdiği bu toplumsal baskı, bireyin kendi arzularından ziyade “ne yapmalıyım”, “nasıl görünmeliyim”, “başkaları ne der” gibi sorularla kararlar almasına yol açar. Bu durum, Foucault’nun belirttiği gibi, iktidarın rızayı ürettiği bir ortamda, kendi özgür seçimimiz sandığımız şeylerin aslında görünmez bir baskı sonucunda ortaya çıktığını destekler.
Sonuç
Instagram, sunduğu “görsel vitrin” aracılığıyla Foucault’nun Panoptikon modelinin dijital bir uzantısı hâline gelmiştir. Sürekli gözetlenme hissi ve “beğenilme” baskısı, bireylerin kendi kendilerini disipline etmelerine ve “normal” kabul edilen davranış kalıplarına uymalarına neden olur. Freud’un süperego kavramı ise bu toplumsal normların ve beklentilerin, bireyin içsel dünyasında nasıl bir denetleyiciye dönüştüğünü açıklar. Instagram’da gördüğümüz “mükemmel” hayatlar, süperegoyu sürekli tetikleyerek bizi bir karşılaştırma ve yetersizlik döngüsüne sürükler. Bu durum, kişisel özgürlüğümüzü ve anın tadını çıkarma yetimizi baltalayarak, dijital bir hapishane içinde kendi kendimizin gardiyanı olmamıza yol açar. Instagram’ın bu görünmez baskısının farkında olmak, modern çağda bireysel özerkliğimizi koruma yolunda atılacak önemli bir adımdır.