Zaman hızla ilerliyor. Takvim yaprakları çok çabuk birikiyor.
“Bazen hayatın kocaman bir tren olduğunu ve benim o treni çoktan kaçırdığım hissi içinde nefes alamadığımı fark ediyorum. Geç kalmışlık duygum, sadece mekânsal bir yere yetişememekle ilgili değil; aynı zamanda içimde bir şeyleri kaçırdığımı hissetmek. Sanki ben zamanı tutabilirmişim de zaman benim yanımdan geçmiş.”
Özellikle sosyal medyanın filtrelenmiş gerçekliklerinde, başkalarının başarıları, mutluluğu ve “zamanında yol almışlığı” abartılı bir biçimde görünür. Kişi kendi hayatını bu “ideal senaryolarla” kıyasladığında, kendini eksik, geç kalmış ve geride kalmış hissedebilir. Bireylerin hayatlarında hedef olarak belirlediği durumlar geciktiğinde ya da gerçekleşmediğinde de geri kalma kaygısının tetiklendiği görülmektedir.
Geç kalmışlık hissi, çoğu zaman nesnel bir veriye değil, öznel bir algıya dayanır.
Bu yazıda zamanla olan kırılgan ilişkimizi, içsel takvimlerimizi ve aslında hiçbir yere geç kalmadığımızı yeniden hatırlamaya çalışacağız.
Geç Kalmak Ne Demek? Ne İçin? Kime Göre?
Toplum, bireylerden yazılı olmayan kurallara ve davranış kalıplarına uymalarını bekler. Bireylerin “doğru” olarak kabul ettikleri birçok yaşamsal seçim aslında bu görünmeyen normlara dayanır. Bu normlar, hayatın belirli bir takvimle ilerlemesi gerektiğini sessizce fısıldar. Takvim dışına çıkan biri, sanki bir şeyleri kaçırmış ya da geride kalmış gibi hissedebilir.
Toplum genellikle şu gibi beklentileri barındırır:
- 18-22 yaş arasında üniversite oku, mezun ol.
- 23-25 yaş arasında işe gir, kariyerine başla.
- 25-28 yaş arasında ciddi bir ilişki yaşa, evlen.
- 28-32 yaş arasında çocuk sahibi ol.
Peki, bu görünmeyen zaman çizelgesinin ne kadarı sana ait?
Bireyin içsel takvimiyle toplumun dayattığı takvim çakıştığında yoğun bir içsel çatışma ortaya çıkar. Çünkü iki güçlü inanç karşı karşıya gelir:
Bir yanda: “Kendi yolumu belirlemeliyim, herkesin ve her şeyin kendine ait doğru bir zamanı vardır.”
Diğer yanda: “Ama ya geç kaldıysam? Ya olması gereken şey benim önüme geldi ve ben fark etmediysem?”
Aslında içsel çatışma, bireyin toplumsal beklentiler ile kendi gerçekliği arasında sıkışıp kalmasıdır. Zihin, hayatın geri kalanına dair yoğun kaygı yaratan düşüncelerle dolmaya başlar.
Bu Duyguya Eşlik Edenler: Öz Yeterlilik, Kaygı, Suçluluk ve Kendi Kendini Sabote Etme
Albert Bandura’ya göre öz yeterlilik, bireyin yaşamında karşılaştığı sorunları kendi becerileriyle çözebileceğine olan inancıdır. Bu inanç zayıfladığında, birey zorluklarla başa çıkmakta yetersiz hisseder. Bu da erteleme, geri çekilme ve zamanla baş edememe hissine dönüşebilir.
Özellikle sosyal medya gibi platformlar, kişilerin baş etme becerilerine olan inançlarını sorgulamalarına neden olur. Bu da geç kalmışlık hissini önemli ölçüde tetikler. Kişisel etki inancı ile geç kalmışlık hissi arasında çift yönlü bir ilişki vardır. Kişi, kendi yeteneklerine ve yaşamına yön verme becerisine yeterince inanmıyorsa, bu duygu daha kolay tetiklenir.
Birey, sosyal medyada karşılaştığı tanımadığı kişilerin hayatlarından bazı parlak kesitleri izlediğinde, onların daha dolu, başarılı ve mutlu bir yaşam sürdüğüne inanabilir. Bu durum, kendi yaşamına dair suçluluk hissetmesine yol açar. Zamanı kaçırma duygusunun eşlik ettiği kaygı ve suçluluk, bireyin iç dünyasında büyüyen bir baskıya dönüşebilir.
Klinik alanda çalışan bir psikolog olarak seanslarda sıkça duyduğum ifadelerden bazıları şunlardır:
“Zamanında harekete geçmedim.”
“Daha fazlasını yapmalıydım.”
“Hayatımı boşa harcadım.”
Bu tür düşünceler, öz yeterliliğin sorgulanmasına, geçmiş kararların sürekli irdelenmesine ve geleceğe dair umutsuzluk duygularına neden olmaktadır. Sosyal kıyaslamalarla beslenen bu zihinsel süreç, gerçekçi olmayan bir başarı standardı yaratır. Sonuç olarak birey, kendi yaşam yolculuğunu değersizleştirmeye başlayabilir.
Oysa herkesin zamanı, koşulları ve hedefleri birbirinden farklıdır. Geç kalmak hissi çoğu zaman yanıltıcıdır. Asıl sıkıntı, geç kalmak değil; kendi hızında ilerlemeye izin vermemektir.
Zamanla Barışmak Mümkün mü?
Zamanla barışmak, psikolojik bir süreçtir. Bu süreç, şu anı fark etmeyi ve geleceği yeniden yapılandırma cesareti göstermeyi gerektirir. Kişi, bu farkındalıkla başkalarının görünmeyen zaman çizelgesinden kendini özgürleştirebilirse, zamanla kurduğu ilişki dostane bir hale gelebilir.
Geçmişe saplanmak ya da geleceği kaygıyla beklemek, şimdiyle kurulan bağı zayıflatır. Oysa şimdiye odaklanmak, zihinsel olarak iyileştirici bir güç taşır.
“Şu an buradayım ve bu an yeterli.”
Zamanı yakalayamama hissi nesnel bir gerçeklik değil, kişisel bir anlatıdır. Ve her anlatı gibi bu da değiştirilebilir. Zamanla barışmak; zamanı kontrol etmek değil, onunla iş birliği yapmayı öğrenmektir.
“Zamanın gerisinde değiliz; sadece kendi saatimizdeyiz. Ve o saat, tam da şimdi çalışıyor.”