Sabah kalkıyoruz. Gözümüzü açar açmaz elimiz telefonumuza gidiyor. Sosyal medyada birileri sporunu yapmış, başka biri sağlıklı kahvaltısını paylaşmış, diğeri dünyanın öbür ucunda gün doğumunu izliyor. Herkes çok mutlu, başarılı, hedeflerine ulaşmış… Gönderileri kaydırmaya devam ediyoruz. Yavaşça içimizi bir sıkıntı kaplamaya başlıyor. Aklımızda tek soru: “Ben niye böyle değilim?”
İşte tam burada baskılar başlıyor. Sosyal medya çoğu zaman bize “yeterince iyi değilsin” diye fısıldıyor. Daha fit olmalısın, daha güzel olmalısın, daha çok üretmelisin, daha fazla sosyalleşmelisin…
Herkesin En Mükemmel Hali
Çoğumuzun bildiği ve yaptığı üzere, sosyal medya kullanıcılarının çoğu yalnızca hayatlarının “iyi” anlarını paylaşıyor. Paylaşmaya değer bulunan anları… Aynı zamanda takipçilerimize istediğimiz bir imajı satabiliyoruz. Kimse başarısız anını, mutsuzluğunu, kaygılarını ya da sıradan bir gününü koymak istemiyor. Çoğumuz bunu yapıyoruz. Buraya kadar bir sorun yok.
Sorun, kendi gerçek halimizi başkalarının sosyal medyaya yansıttığı halleriyle kıyaslamaya başladığımızda ortaya çıkıyor. Araştırmalar, sosyal medyada sıkça karşılaştığımız bu paylaşımların bizde fark etmeden kaygı, yetersizlik hissi ve mutsuzluk duygularını artırabileceğini gösteriyor (Wang, Wang, Gaskin & Hawk, 2017). Çünkü kendimizi, gördüğümüz bu “ideal” hayatlarla kıyaslama eğilimindeyiz. Bu kıyaslar da bizi sık sık şu sorularla baş başa bırakıyor:
- “Nasıl olur da herkesin hayatı bu kadar heyecanlıyken benimki bu kadar sıradan?”
- “Neden benim de böyle tatillerim yok?”
- “Neden bu döngüden çıkamıyorum?”
- “Neden benim sevgilim bu kadar romantik değil?”
- “Neden benim çocuklarım o kadar zeki, yaratıcı değil?”
Sonuç olarak, kendi hayatımıza bakıp kendimizi yetersiz hissediyoruz.
Kıyaslamak Yeni Bir Şey Mi?
Kıyaslamak aslında yeni bir şey değil ve çok da insani. Sosyal medya hayatımızda daha yokken de kendimizi başkalarıyla kıyaslıyorduk. Hatta bu durum, psikoloji literatürüne ilk kez 1954 yılında Leon Festinger’ın geliştirdiği Sosyal Karşılaştırma Teorisi ile girdi (Festinger, 1954). Festinger’e göre, insanlar kendi yeteneklerini, özelliklerini ve tutumlarını doğru bir şekilde değerlendirmek için bunları başkalarınınkilerle karşılaştırma eğilimindedirler.
Peki farklı olan ne? Eskiden insanlar kendilerini başkalarıyla genellikle yüz yüze görüşmelerde ya da geleneksel medya aracılığıyla karşılaştırabiliyorlardı. Şimdi ise, sosyal medyanın yaygınlaşmasıyla durum değişmeye başladı. Artık sosyal medyada durmadan gösterilen “mükemmel” hayatlar, bize 7/24 erişebileceğimiz bir karşılaştırma ortamı sunuyor. Üstelik bu içerikler, algoritmalar sayesinde daha da etkili ve dikkat çekici hâle geliyor.
Yani bir başka deyişle: Artık kıyasladığımız kişiler sadece yüz yüze gördüğümüz insanlar değil, tüm dünya.
Kapanmayan Uçurum: Gerçek ve İdeal Benlik
Hepimizin içinde, sessizce bize daha iyi biri olmamızı fısıldayan bir ses var. Daha başarılı, fit, sosyal, mutlu… İşte bu, hayal ettiğimiz, olmak istediğimiz “mükemmel benliğe” ya da “olmak istediğimiz kişiye” psikolojide ideal benlik adı verilir. Şu an içinde bulunduğumuz halimiz ise gerçek benliktir.
İdeal benlik kötü bir şey değil. Bizi motive edip gelişmeye teşvik eden tarafımız. Ancak olmak istediğimiz kişi, yani ideal benliğimiz, sosyal medyada bize gösterilen “kusursuz” hayatlardan etkilenmeye başladığında kendimize erişmesi güç hedefler belirlemeye başlarız. Böylece ideal benlik ile gerçek benliğimiz arasında büyük bir fark, başka bir deyişle uçurum, oluşmaya başlar. Ve işte bu fark açıldıkça, bizde başkalarına “yetişme” arzusunu doğurur. Onların ulaştığı noktaya ulaşarak içimizdeki o dengeyi yeniden kurmak isteriz.
Bunu beraber aşağıdaki örnek üzerinden inceleyelim:
Düşünelim ki, 20’li yaşlarındaki bir kadın, Instagram’da sürekli olarak fit vücutlu, dünyayı gezen, sağlıklı beslenen, pürüzsüz cilde sahip “influencer”ları takip ediyor. Zamanla bu yaşam tarzı onun ideal benliği hâline geliyor: Fit bir vücut, sürekli geziler, sağlıklı yemekler ve her zaman mutlu görünmek… Kendisine baktığı zaman ise maddi durumu sınırlı, çalıştığı için temposu çok yoğun, spor salonuna gitmeye vakti yok, stresten dolayı cildinde bazen sivilceler çıkabiliyor, yemek yapacak vakti olmadığı için de arada sağlıksız beslenebiliyor. Bu durumda, gerçek benliği ile sosyal medya aracılığıyla şekillenen ideal benliği arasında ciddi bir fark oluşuyor. Kendi gerçek benliğini değersiz görmeye başlıyor, kendine güveni azalıyor, başarısız ve geride kalmış hissediyor.
Oysaki kendi yaşam koşulları içinde pek çok başarı elde etmiş olmasına rağmen, bunlar öne çıkan “ideal” tanımına uymadığı için kolayca göz ardı edebiliyor.
Asıl Mağdurlar: Ergenler
Yetişkinler olarak bizler bile sosyal medyadan bu kadar etkilenirken, sosyal medyayı en fazla kullanan yaş grubu olan ergenler, kimliklerini oluşturmaya çalıştıkları bu dönemde asıl mağdurlar oluyor. Bu yaş grubu için sosyal medya yalnızca eğlenceli bir paylaşım alanı değil; aynı zamanda “Ben kimim?” sorusuna verdikleri cevabı şekillendirdikleri bir sahne. Burada sundukları her “gönderi”, aslında bir kimlik provası. Ancak sorun şu ki; gençlerin sosyal medyada gördükleri hayatlar, onların “olmam gereken kişi” algılarını biçimlendiriyor. Bu da ergenlerde özgüven kaybı, kimlik karmaşası ve yetersizlik hissi ortaya çıkarabiliyor.
Peki Ne Yapmalı?
Sosyal medya artık hayatımızın bir parçası ve çıkarmak da çok mümkün değil. Çıkması da gerekmiyor. Bizim yapabileceğimiz şey ise onu nasıl kullandığımızı fark etmek ve gözden geçirmek.
İlk Adım: Farkındalık
- Bu içerik bana kendimi nasıl hissettiriyor? Ne kadar gerçeği yansıtıyor?
- Ben kimim ve neye ihtiyacım var?
- Neyi kıyaslıyorum ve neden?
- Ben hayatta neler başardım, nelerin üstesinden geldim?
İkinci Adım: Sınır Koymak
- Bildirimleri kapatmak
- Günlük ekran süremizi sınırlamak
- Sosyal medyayı kullanımımızı sınırlandırmak, molalar vermek
İdeal benliğimiz, bizi ileriye taşıyan, gelişmeye motive eden içsel bir pusuladır. Ama gerçek benliğimize şefkat göstermeden, yeterli hissedemeyiz.
Kaynakça
- Festinger, L. (1954). A theory of social comparison processes. Human Relations, 7(2), 117–140. https://doi.org/10.1177/001872675400700202
- Rogers, C. R. (1959). A theory of therapy, personality, and interpersonal relationships, as developed in the client-centered framework. In S. Koch (Ed.), Psychology: A study of a science. Vol. 3: Formulations of the person and the social context (pp. 184–256). New York: McGraw-Hill.
- Wang, J. L., Wang, H. Z., Gaskin, J., & Hawk, S. (2017). The mutual relationship between passive social networking site use and users’ subjective well-being: A longitudinal study. Computers in Human Behavior, 66, 321–328. https://doi.org/10.1016/j.chb.2016.10.003