Her insan belirli bir mizaç ya da karakter eğilimiyle dünyaya gelir; ancak zamanla, içinde bulunduğu toplum, aile yapısı ve çevresel koşullar bu yapıyı şekillendirmeye başlar. Böylece kişilik, deneyimlerle gelişen dinamik bir süreç halini alır. Hayatında yer alan her birey – bir ebeveyn, öğretmen ya da sadece rol model olarak görülen biri – kişiliğin oluşumunda izler bırakır. Ancak bazı durumlarda kişi, kendisine ait olmayan duygu, düşünce ya da davranış kalıplarını farkında olmadan içselleştirerek, kendi benliğinden uzaklaşır. Bu noktada, gerçek benliğinin yerine, başkalarının ona biçtiği kimlikleri taşımaya başlar. Ve zamanla, kendi gözlerinden değil, başkalarının gözlerinden kendine bakar.
Ayna Benlik Teorisi
Psikolojide bu durumu açıklayan önemli kuramlardan biri, Charles Cooley’nin ayna benlik (looking-glass self) teorisidir. Bu kurama göre, insanlar kendilerine dair algılarını, başkalarının onlar hakkında düşündüğünü varsaydıkları şeyler üzerinden oluştururlar. Yani kişi, kendisini olduğu gibi değil, başkalarının gözünden yansıdığı haliyle tanımaya başlar. Sosyal medyada, arkadaş ortamlarında ve hatta ailesinin bakışlarıyla görülen kişiyi öylesine içselleştirir ki kendi kişiliği konusunda şüphe duyar. Başkalarının gözündeki yansımalarla şekillendirmeye başladığı kişiliği geliştirirken kendi benliğiyle arasına da duvarlar örmeye başlar.
Carl Gustav Jung’un “persona” kavramı, bu durumu açıklamak için sıkça kullanılır. Persona, bireyin toplum içinde kendini göstermeyi seçtiği maskedir; sosyal beklentilere uyum sağlama, kabul görme ve üstlenilen rollerin yansımasıdır. Ancak bu maske ne kadar kuvvetli olursa olsun, çoğu kez içsel benlikle tam anlamıyla örtüşmez ve bu durum, bireyde derin bir boşluk ve yabancılaşma hissine yol açar. Kendisini, varlığını ve düşüncelerini sürekli sorguladıkça, ayna benlik ile içsel algısı arasındaki uyumsuzluk daha da belirginleşir.
Yaşadığı toplumun beklentileri doğrultusunda kendisini ‘beğenilmesi gereken biri’ olarak sunmaya çalışan birey, giderek kendi benliğinden uzaklaşır; bu mesafe ise derin bir mutsuzluğa dönüşür. Dış dünyadan gelen onay geçici bir tatmin sunsa da uzun vadede gerçek benliğini besleyemez ve gölgede bırakır. Oysa kişisel bütünlüğe ulaşmanın yolu içsel farkındalıkla derinden bağlantılıdır. Kişi kendini başkasının gözünden değil de kendi gözünden görmeye başladığında, öz kabul devreye girer. Sadece güçlü yanlarını değil, kusurlu ve hatalı olduğu noktalara da yoğunlaşabilir ve bunları da sahiplenir.
Öz Şefkatin Yardımı
Bu süreçte en çok ihtiyaç duyulan kavramlardan biri de öz şefkattir. Kristin Neff’in geliştirdiği öz şefkat yaklaşımı, bireyin yalnızca başarılarıyla değil, hata ve kusurlarıyla varlığını kabul etmesine dayanır. Öz şefkat üç temel kısımdan oluşur: kendine karşı nazik olmak, herkesin kusurlarının varlığını kabul etmek ve duygusal içsel farkındalık. Birey, öz şefkat yaklaşımıyla düşünmeye başladığında ve kendisini yargılamayı bıraktığında, kendisine destek olmaya başladığında içsel gücü artar. Artık dışarıdan gelen geçici beğeni ve beğenilme arzusu birincil destek olmaktan çıkar, yerini kişisel yeterliliğe bırakır. Kendi benliğini onaylamayı öğrenir. Gerçek değer, dış onaylarda değil; kişinin kendine sunduğu, yeşermeye hazır anlayışta saklıdır.
Ayna benlik ile oluşan “geçici kimlik maskesi” ancak öz şefkatle çıkartılabilir. Kendisine şefkat gösterdikçe dış dünyayla arasına geçiş kapısı koyan birey, alacağı olumlu ve olumsuz eleştirileri, karakter özelliklerini seçme ve değerlendirme fırsatı elde eder. Elbette bunu yapmak kolay değildir. Yaşayacağı birçok düşünce vardır ve tam anlamıyla öğrenmek zaman alabilir. Önemli olan sürecin iniş çıkışlarında pes etmeden kendine ulaşmanın yolunu bulmaktır. Bu süreçte yaşanabilecek olumsuzlukları maddeler halinde açıklayabiliriz:
- İçsel Yargılamanın Etkileri: Birey, başkalarının onayını kazanmak için yıllarca kendi düşüncelerini ve duygularını bastırmış olabilir. Maskesini çıkarmak; bu alışkanlıklara karşı koymak ve kendi iç eleştirmenini susturmak anlamına gelir. Bu da güçlü bir iç çatışma yaratabilir.
- Kaybetme Korkusu: “Ben kimim?” sorusuyla yüzleşmek; sevilmeme, kabul görmeme korkularını beraberinde getirebilir.
- Toplum Baskısı: Toplumlar, bireylerden belli bir imaj beklentisi içindedir. Kişi gerçek benliğini ortaya koyduğunda olumsuz tepkiler alabilir ve bu durum maskesine geri sığınmasına sebep olabilir.
- Güvenli Alanını Terk Etmek: Sahte kimlik bir güvenlik kalkanıdır. O kalkanı bırakmak bilinmeyen bir iç dünyaya adım atmaktır ve endişe oluşturabilir.
Gerçek İyilik
Sonuç olarak bireyin kendilik algısı yalnızca içsel süreçlerle değil, sosyal etkileşimlerin aynasında şekillenir. Ayna benlik kuramı, bireyin benliğini başkalarının ona sunduğu yansımalarla tanımaya başladığını gösterirken; öz şefkat yaklaşımı, bu yansımalardan bağımsız bir öz değer geliştirebilmenin temelini sunar. Kendisiyle kurduğu ilişki, bireyin psikolojik dayanıklılığı üzerinde doğrudan belirleyicidir. Carl Rogers’ın da ifade ettiği gibi, “İnsanın kendisi olması, olabileceği en zor iştir.” Bu zorluğun farkında olarak, birey içsel bütünlüğüne doğru ilerledikçe yalnızca maskelerini değil, içsel sınırlamalarını da birer birer bırakma cesaretini gösterir. Gerçek iyilik hali, dış onayların ötesinde, bireyin kendine sunduğu şefkatli kabulde gizlidir.
Kaynakça
- Cooley, C. H. (1902). Human Nature and the Social Order. New York: Scribner’s.
- Jung, C. G. (1953). Two Essays on Analytical Psychology (R. F. C. Hull, Trans.). Princeton University Press.
- Neff, K. (2011). Self-Compassion: The Proven Power of Being Kind to Yourself. William Morrow.
- Rogers, C. R. (1961). On Becoming a Person: A Therapist’s View of Psychotherapy. Houghton Mifflin.
Teşekkür ederiz, çok bilgililendirici ve insanı aydınlatan bir yazı olmuş. Diğer yazılarınızı heyecanla bekliyorum.