Toplumlar, fedakârlığı yüceltilmesi gereken bir erdem olarak sunar. Özellikle ebeveynlik, annelik ve toplumsal roller bağlamında, bireylerin kendi isteklerinden, arzularından ve hayallerinden vazgeçmeleri, alkışlanan davranışlar arasında yer alır. Ancak bu özveri, her zaman saf bir sevgi ya da başkaları için yapılan bir iyilik midir? Yoksa bazen, bilmeden de olsa, bireyin kendi hayatının sorumluluğundan kaçmak için kullandığı kutsal bir bahane mi?
Carl Jung: “Çocuğun taşıdığı en büyük yük, ebeveynin yaşanmamış hayatıdır.”
Carl Gustav Jung, bireyin bilinçdışı dünyasının, özellikle çocukluk döneminde yaşanan deneyimlerle şekillendiğini savunur. Jung’a göre, ebeveynlerin kendi hayatlarında gerçekleştiremedikleri arzular ve hayaller, farkında olmadan çocuklarına aktarılır. Bu durum, çocukların kendi benliklerini inşa etmelerini engelleyebilir.
Erich Fromm, sevginin gerçek anlamda karşılık beklemeden verilen bir duygu olduğunu savunur. Fromm’a göre, gerçek sevgi, bir başkasının yaşamına ve gelişimine aktif bir ilgi göstermektir; ancak bu ilgi karşılık ya da onay beklentisine dönüşürse, sevgi olmaktan çıkar. Özveri, eğer karşılık ya da anlam yaratma arzusu ile yapılırsa, bir tür gizli ticarete, bir duygusal borç yaratma mekanizmasına dönüşebilir. Bu durumda fedakârlık, bir erdem değil, stratejik bir kaçış biçimi haline gelir.
İnsan, anlam yaratma arzusunu bastıramaz; bu nedenle çoğu zaman kendine bir ideoloji ya da bir insan bulur ki ona kendini adayabilsin. Ancak bu adanmışlık, çoğu durumda bireyin kendi hayatının sorumluluğunu almaktan duyduğu korkunun bir yansımasıdır.
Fedakârlığın Psikanalitik Yüzü: Miller ve Winnicott
Özellikle ebeveyn-çocuk ilişkisi, fedakârlığın en yoğun ve en karmaşık yaşandığı alanlardan biridir. Alice Miller, The Drama of the Gifted Child adlı eserinde, çocuğun çoğu zaman ebeveynin karşılanmamış hayallerini gerçekleştirmek üzere büyüdüğünü belirtir. Bu durumda çocuk, kendi benliğini değil, ebeveynin idealize ettiği bir kimliği yaşamak zorunda kalır. Miller’ın vurguladığı gibi, “Çocuk, ebeveynin hayallerini gerçekleştirmelidir, yoksa ebeveynin fedakârlıkları boşa gitmiş olur.”
Donald Winnicott ise bu durumu “false self” (sahte benlik) kavramıyla açıklar. Gerçek benliğini ifade edemeyen çocuk, çevrenin beklentilerine uygun şekilde davranarak varlığını sürdürmeye çalışır. Böylece birey, yalnızca başkalarını memnun etmek için yaşamaya başlar. Hayat, onun için öznel seçimlerden değil, başkalarının arzularını gerçekleştirme çabasından ibaret olur.
Bütün bu kuramsal çerçeve, toplumsal olarak kutsallaştırılmış fedakârlığın, bireysel düzeyde ne kadar yıkıcı sonuçlar doğurabileceğini ortaya koyar. Çünkü fedakârlık, ancak bilinçli bir seçimle, özgür iradeyle ve karşılık beklemeden yapıldığında gerçekten anlam kazanır. Aksi durumda, birey kendini “feda etmiş” gibi görünse de, aslında kendi hayatının sorumluluğundan kaçmış olur.
Kadınlık, Toplumsal Roller ve Özveri
Simone de Beauvoir, İkinci Cins adlı eserinde, kadının tarih boyunca toplumsal roller aracılığıyla şekillendiğini savunur. “Kadın doğulmaz, kadın olunur” cümlesi, kadının toplumsal inşa sürecine işaret eder. Ona göre, kadınlara özellikle annelik ve eşlik rolleri üzerinden yüklenen kutsallık, onların bireysel benliklerini bastırmalarına neden olur. Beauvoir, kadının kendi hayatına dair kararlar almasını zorlaştıran bu süreçleri, özgürlüğün reddi ve benlikten kaçış biçimi olarak değerlendirir. Fedakârlık, burada bir sevgi biçiminden çok, bastırılmış bir varoluşun sosyal onayla üstü örtülmüş hali olarak ortaya çıkar.
Modern toplumda bu durum özellikle kadınlar ve anneler üzerinden sıklıkla gözlemlenir. Annelik rolüne yüklenen kutsallık, kadının kendi kimliğinden vazgeçmesini meşrulaştıran bir araç haline gelir. Bu rolü benimseyen birçok kadın, zamanla “benliğini” kaybederken, çocuklarına da ağır bir duygusal miras bırakır. Bu türden fedakârlıkların ardında çoğu zaman, bireyin kendi yaşamını şekillendirme iradesinden uzaklaştığı, seçim yapmaktan korktuğu ve özgürlük sorumluluğunu üstlenemediği bir zemin yatar.
Sonuç: Fedakârlık mı, Kaçış mı?
Fedakârlık, yalnızca bir başkası için yapılan yüce bir eylem değildir. Aynı zamanda, bireyin kendi arzularından, hayallerinden ve hatta sorumluluklarından kaçmak için başkasının hayatına tutunma biçimi haline de gelebilir. Bir anlam, bir görev, bir ihtiyaç maskesiyle yapılan adanmışlık, ne bireyin kendi gelişimine ne de adandığı kişinin ruhsal sağlığına katkı sağlar.
Bu nedenle, bir fedakârlığın gerçekten “erdemli” olup olmadığını anlayabilmek için şu soruların sorulması gerekir: Bu özveri bilinçli bir tercihe mi dayanıyor? Karşılık beklemeden mi yapılıyor? Gerçekten ihtiyaç duyulan bir anda ve ihtiyaç duyulduğu kadar mı veriliyor? Yoksa bu davranış, kişinin kendi hayatına dair sorumluluklardan, acılardan ya da belirsizlikten kaçma biçimi mi?
Fedakârlık, her şeyden önce bir denge meselesidir. Birine fazlasıyla veren, mutlaka kendinden eksiltir. Ancak bu eksilme yalnızca bir kayıp değil, aynı zamanda karşı tarafa farkında olunmadan yüklenen bir sorumluluğu da beraberinde getirir. Ne veren bu yükün farkındadır ne de alan onu taşıdığının. Ancak bu durum, her iki taraf için de zamanla kırgınlığa, tükenmişliğe ve derin bir hayal kırıklığına dönüşebilir. Çünkü aslında bir başkasına hayat adamak diye bir şey yoktur; kimse bir başkası adına yaşayamaz, onun yerine var olamaz. Yapılabilecek en anlamlı şey, bir insanın kendi hayatını özgürce yaşayabilmesi için ona alan açmak, koşulsuz bir destek sunabilmektir.
En büyük adanmışlık, kendi hayatına sahip çıkmaktır.