Ölüm, farklı kültürlerde ve toplumlarda farklı anlamlar içeren fakat ortak bakış açısında, yaşayan organizmanın işlevselliğini yitirmesi olarak tanımlanan bir kavramdır (Çobanlı ve Salt, 2001). Bir gün öleceğimiz fikri bizde kaygı yaratır fakat bu kaygı aynı zamanda bizi diri tutan bir kaygıdır, insan öleceğinin farkındalığı ile daha zengin bir hayat yaşayabilmektedir (Alkan, 1999; Ross, 1997). Ölüme yönelik tutumlarımız beşe ayrılmaktadır: ölümü kabullenmeme, ölümü isteme, ölümü kabullenme, ölüme meydan okuma ve yas süreci şeklindedir (Karakuş ve ark., 2012).
Ölüm Kaygısı Nedir?
Literatüre göre ölüm kaygısı birden çok alt boyuta sahiptir: belirsizlik korkusu, bedeni kaybetme ve yok olma korkusu, acı duyma korkusu, yalnızlık korkusu, yakınlarını kaybetme korkusu, denetimi kaybetme korkusu, kimlik duygusunu kaybetme korkusu, gerileme korkusu, ölüm sonrası cezalandırılma korkusu (Karakuş ve ark., 2012). Bu kaygılarla baş etmek için ölümün varlığını iyi anlamak ve kabullenmek gerekir.
Ölümü Kabullenmek Neden Önemli?
Ölüm sadece yok olma duygusu, kayıp, korku, keder, önsezi, rahatlama, şükretme gibi duyguları kapsamaz, bunun yanında hayatın tam doyumla yaşanması için sorgulanıp öğrenilmesi gereken bir kavramdır (Malpas ve Solomon, 2006).
Farklı Psikoloji Yaklaşımlarının Ölüm Kaygısı Hakkındaki Yorumları
Psikodinamik yaklaşım, ölüm kaygısının ayrılık kaygıları ve oidipal çatışmalar dolayısıyla veya çocukta oluşan animistik düşünceler (canlandırıcılık – doğada her varlığın maddi boyutunun dışında bir ruha sahip olması) dolayısıyla oluştuğunu söylemiştir (Freud, 1992). Freud, insanın yaşama içgüdüsü kadar ölme içgüdüsünün de olduğunu vurgulamıştır (Bauman, 2000). Freud, “Hayatın geçiciliğinin farkındalığı bize alınan zevkin kıymetini artırır,” demiştir. Jung, ölümden korkan kişinin yaşamaktan, yaşamın sorumluluğunu almaktan korktuğunu ileri sürmüştür (Jung, 1997). Horney, bireylerin ölümü isteyebileceğini, bunun belirsiz bir korku duygusuyla bütünleşerek ölüm kaygısına dönüşebileceğini söylemiştir (Horney, 1980).
Ölüm ve Yaşamın Düalitesi
Ölüm olmadan yaşama yaşam diyemezdik, bunun sebebi insani doğamızla ilgilidir. Yaşarken hiç ölmediğimizi zannederiz fakat bu durum pek düşündüğümüz gibi değildir. Beden nefessiz kaldığında ölür ve nefes aldığında dirilir ama biz nefes alırken bunun farkında olmayız (Osho, 2010, s. 38). İnsan olarak değişebilmek için bedensel ve zihinsel gelişim gerekmektedir; yeni senin gelmesi için eski seni öldürmelisin ve gelişim ancak böyle sağlanır. Değişirsin ve sen dünkü sen değilsindir; bir düşün, ölüm sana yaşam kadar yakın değil mi? Yaşam tam aksine ölüme karşı değildir, bu iki kavram birbirinin bütünüdür (Osho, 2010, s. 13).
Ölümü ve Kendini Anlamak
Kendini anlamak için doğaya bak; sen hiç kusurlu bir ağaç gördün mü hayatında ya da kusurlu bir kuş? Hayır, o bir ağaç, o bir kuş, sende yalnızca sensin; tek başına öldüğün gibi tek başına yaşarsın. Ölüm bize içinde bulunduğumuz durumun geçici olduğunu da hatırlatır. Örneğin başarı, statü, düzen, güç, ego… tüm bunları biz insanlar uydurduk, bunlar gelecekler ve geçecekler, yalnızca sen kalacaksın. Ya hiç böyle kavramlar olmasaydı bu dünyada, o zaman sen ne isteyecektin, düşündün mü? Bunca zaman başkalarının istekleri, kurdukları düzendeki yerler senin arzun oldu. Ya isteklerin böyle şekillenmeseydi, o zaman ne ister, ne yapardın? Sen tüm bu hengâme içerisinde ona buna çok şey bıraktın belki ama kendine ne aldın, kendine ne bıraktın? Bu sorulara cevap veremiyorsan özgürce hayatının sorumluluğunu aldığını söyleyebilir miyiz? Heidegger iki türlü varoluş boyutu olduğunu savunmuştur: birincisi var olmayı unutma durumu, ikincisi var olmayı düşünme durumu. Heidegger, var olmayı unutma durumunu kişinin sadece madde dünyasında yaşıyorsa bulunduğu varoluş hali olarak tanımlamaktadır. Bu insanlar kendileriyle ilgilenmek yerine dünyevi olanın peşine düşüp sığ bir yaşam sürmektedirler. Var olmayı düşünen durumda, diğer bir adıyla ontolojik tarza sahip kişi, varoluşunun tüm sorumluluğunu alacak bir farkındalığa sahiptir ve der ki insan bu varoluş farkındalığına sahip olursa ancak değişip gelişebilir (Heidegger, 1962). Eğer kendimizi anlayabildiysek, kendimizin en derinlerine ulaşıp oradaki ahengi hissedebilirsek ölüm bize korkudan çok kutlama getirecektir (Osho, 2010, s. 20). Osho der ki, “Her an nasıl ölüneceğini bilirsen her anı yaşayabilirsin.” Hepimiz kurulu düzen dediğimiz dergâhta kendimizi unutuverdik; bir bakmışız, hayatımız geçiyor yanımızdan ama morali pek bozuk, pek ahval içerisinde perişan olmuş. Meraklanıp soruyoruz ona: Hayat, senin bu halin nedir, neler başına geldi böyle diye. Hayat öfkeyle cevap veriyor: Sen kim oluyorsun da bana böyle bir şey sorabiliyorsun, sen bana hesap soramazsın, ancak ben sorabilirim; şu halime bir bak, beni yaşamadın, beni başkalarına köle, kendine mezar ettin, bir de utanmadan soruyorsun bu halin nedir diye, hadi git işine!
Ölüm Duygusuyla Nasıl Baş Edilir?
Ölümü tanıdıkça size aslında kötülük değil de güzellik getirdiğini anlayacaksınız. Yaşamı yaşam yapan ölümdür ve unutmayınız ki yaşam, ölüm olmadan anlamlı olamaz. Bu noktada insanın değiştiremeyeceği bu gerçekle nasıl baş etmesi mümkün olabilir diye düşünelim. Bize yük olan varlığımız değil, varlığımızın sorumluluğunu alamamaktır; hepimiz daha önceden yapamadığımız seçimler yüzünden başkalarını suçlar, kendimizde hiç kabahat aramayız. Bu duruma varoluşsal psikoterapi yaklaşımı “varoluş suçluluğu” adını vermektedir. Bu suçluluk, biz ölüme yaklaştıkça bizi dürter, bizi rahatsız eder, yapmak istediklerini hatırlatır. Kendimizi tanımak, içimizdeki sevgiyi, içimizdeki sevgi de kabulü getirecektir. Kim olduğunuzu bilmek sizi çok rahatlatacak; yaşamdaki yerinizi anlamlandırmak kadar ölümünüzü de anlamlı kılacaktır. Yaşlanıp işlevselliğini kaybeden çoğu insanın kaygılanmasının sebebi de budur. Yapmak istediklerini yapamamış olmanın burukluğunu taşır içinde. Bu yüzden yaşamımızı anlamlandırmak, keşke dememek için bugünden harekete geçmek ve farkındalığımızı artırmak çok önemlidir.
Kaynakça
- Akçetin, N. Ç. (2010). Heidegger’in Düşüncesinde “Ölüm”. Adıyaman Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, (4), 1-7.
- Alkan, A. T. (1999). Bir düğün gecesi denemesi. Düşünen Siyaset, 4, 25-31.
- Bauman, Z. (2000). Ölüm ve ölümsüzlük ve diğer yaşam stratejileri. Çev.: Nurgül Demirdöven, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
- Freud, S., ve Özcengiz, L. (1992). Endişe. Dergah.
- Heidegger, M. (1962). Heidegger, Being and Time. Translated by John Macquarie and Edward Robinson. New York: Harper ve Row.
- Horney, K., ve Yörükân, A. (1980). Çağımızın tedirgin insanı. Tur Yayınları.
- Jung, C. G. (1997). Ruh ve ölüm. Analitik Psikoloji, İstanbul: Payel Yayınevi.
- Karakuş, G., Öztürk, Z., ve Tamam, L. (2012). Ölüm ve ölüm kaygısı. Arşiv Kaynak Tarama Dergisi, 21(1), 42-79.
- Malpas, J., ve Solomon, R. C. (Eds.). (2006). Ölüm ve felsefe (Vol. 71). Ithaki Publishing.
- Osho. (2010). Yaşam sevgi kahkaha: Varoluşunu kutlamak (İ. Ölmez, Çev.). Butik Yayınları.
- Ross, E. K. (1997). Ölüm ve ölmek üzerine. Boyner Yayıncılık.
- Yalom, I. D. (1980). Existential psychotherapy. Basic Books.
Pek çoğumuz ne yazık ki ölümün varlığını unutuyoruz.Ancak bu değerli yazı unuttuğumuz bu gerçekliğin kendi şahsımda tekrardan hatırlanmasını ve ölümün aslında insana korku kadar bir motive kaynağı ve yol gösterici olabileceğini de anlamamda büyük katkısı oldu.Sevgili yazar’a teşekkürü borç bilirim.