‘Yaşadığın hayata ait misin? Yoksa bildiklerin üzerine, yaşayacakların hatırına mı yaşıyorsun?’
Bu cümle, insanın zamanla kurduğu çetrefilli ilişkinin bir izdüşümüdür. Bilindiği sanılanla sınırlı bir geçmiş, bilinmeyenle örülü bir gelecek sanrısı ve bu ikisinin arasında sıkışmış, şimdide var olmaya çalışan bir benlik.
Felsefe bizi düşündürmek için soru sorarken psikoloji bize kendi yolumuzu kendimiz bulmamız için soru sorar. Peki biz kendi kendimize neden soru sorarız? İnsan hem kendi varlığında anlam arar hem de yaşadığı hayata ait olup olmadığını sorgular. Yaşamaya devam etmek bir eylem olduğu kadar karardır da. Bilinmezliğin, belirsizliğin ve kaygının gölgesinde alınan konforsuz bir karar.
Bu yazıda; yaşam motivasyonunun neye yaslandığı, geleceğin belirsizliğinin birey üzerindeki psikolojik ve varoluşsal etkileri, insanın yaşadığı hayata ait hissedip hissetmediği gibi temel sorulara hem psikoloji hem de felsefe penceresinden yaklaşırken benim en büyük korkularımdan birine de deva arayacağız.
Heidegger ve Varlığın Anlamı
Varlığın anlamını sorgulamak hayatın olağan akışında bizi meşgul ettiği kadar Heidegger’i de etmiştir. Onun düşüncesinde Varlık’ın anlamını sorgulamak felsefenin özüdür; çünkü insan, yalnızca var olan bir nesne değil, Varlık’ı düşünebilen, onunla ilişki kurabilen bir varlıktır. Bu sorgulama süreci yalnızca kavramsal düzeyde değil, dil aracılığıyla da gerçekleşir. Heidegger’e göre, dil yalnızca iletişim aracı değil, Varlık’ın kendini açığa vurduğu yerdir (Heidegger, 1927/1962).
Ne var ki, insan bazen tam da en derin şekilde etkilendiği anlarda doğru kelimeyi bulamaz; dil susar, ama bu suskunluk içinde bile Varlık kendini belli belirsiz duyurur, kimi zaman bu düşüncelerde ortaya çıkar. Bu yüzden yaşam, yalnızca sürüp giden bir zaman değil; insanın dile dökemediği, ama içinde yankılanan anlamları sezmeye çalıştığı bir arayıştır. Şairin doğru kelimeyi bulma çabası gibi, birey de yaşama dair anlamı bulmak, varoluşuna bir yön çizmek için çabalar. Geçmiş, anılar ve deneyimler yoluyla bir ölçüde bilinebilir ve anlamlandırılabilirken, ki bu insana bir konfor alanı sunar; gelecek ise belirsiz, açıklanmamış ve henüz dile gelmemiş bir ufuk olarak insanın önünde durur.
Bu bilinmezlik hem bir kaygı hem de bir imkân olarak yaşama motivasyonunu besler çünkü insan, her yeni günle henüz varlık kazanamamış olanı düşünme ve elde etme umudunu taşır.
Frankl ve Anlamın Umudu
Varlık ve anlam kavramlarından aşina olacağımız isimlerden olan Frankl (1946/2006), ‘Yaşamak için bir nedeni olan kişi, hemen her nasıla katlanır’ derken, yalnızca bir bireysel dayanıklılık duyurusu yapmaz; aynı zamanda insanın anlam arayışının yaşamsal boyutuna dikkat çeker. Nazi toplama kamplarındaki deneyimlerinden süzülerek yazdığı bu söz, geçmişte yaşadığı zorlukların ötesinde, gelecekte uğruna yaşamaya değer bir şeyin umuduna tutunarak, ki bu kısa sürsede karısının hala hayatta olma ihtimaliydi, varlığını sürdürme çabasının ifadesidir.
Frankl’ın ‘neden’ dediği şey, yalnızca geçmişten gelen bir dayanak değil, gelecekte mümkün olabilecek bir iyileşmenin, bir anlamın varlığına duyulan inançtır. Bu bağlamda insan, yaşadıklarıyla değil, yaşayabileceklerine dair kurduğu anlamlarla hayatta kalır. Bu anlam inşası, yalnızca psikolojik bir süreç değil, aynı zamanda ontolojik bir meseledir. Heidegger’in (2006) Dasein kavramında bahsettiği farkındalık gibi kişiyi yaşadığı hayatı sorgulayan, anlamlandırmaya çalışan bir özneye dönüştürmesi de buna bir örnektir. Frankl’ın hayatta kalmak için sarıldığı nedenler, Heidegger’in varlığı düşünmeye çağıran diliyle kesişir; biri umutla yönelirken diğeri farkındalıkla yüzleşmeye davet eder.
Böylece insan, hem acıya katlanabilir hale gelir hem de varoluşunun hakikatine yaklaşabilir. Yani yaşama devam etmenin ötesine geçerek, yaşamı anlama yolculuğunda cesur bir adım atar, umutla verilmiş bir cesaretin ve düşünceyle zincirlenmiş bir farkındalığın birleşiminde gerçekleşir bu.
Frege ve Biricikliğin Ontolojisi
Çok mu geneldir bu anlatılanlar? Özellikle Frege’nin (2000) “Teleskobu aynı anda birçok kimsenin kullanması öyle veya böyle temin edilebilecektir, oysa herkesin retinasına düşen resim kendisinin olacaktır.” sözü, bunu daha çok düşündürtür.
İnsan deneyiminin temelinde yatan biriciklik ilkesine güçlü bir göndermedir bu. Frege (2000), her bireyin dünyayı yalnızca kendi varoluş koşulları, algı yapısı ve içsel deneyim zemininde görebileceğini belirtir. Aynı nesnel gerçekliğe yönelen bakışlar olsa da, bu bakışların taşıdığı öznel kırılmalar, algının ve anlamın daima kişisel düzeyde kurulabileceğini gösterir.
Felsefi açıdan burada söz konusu olan yalnızca görsel farklılık değil, varoluşsal bir ayrışmadır: İnsan, dünyayı yalnızca kendi deneyimince görür; çünkü her benlik, kendi geçmişi, bedeni, dili ve düşünce kalıpları içinde şekillenmiştir. Geometrik olarak ortak bir dış gerçekliğin tanınması teorik olarak mümkün olsa da birebir mutlak örtüşme, varoluşun yapısı gereği dışarıda kalır.
Frege’nin bu tespiti yalnızca algı düzeyinde değil, insanın dünyadaki konumlanışına dair ontolojik bir farkındalığı da içerir. Her birey, biricik bir varlık olarak, kendi gerçeğini yaşar, kendi anlamını inşa eder, kendi acısını taşımaya mahkûmdur. Bu, felsefede ve psikolojide özneye verilen güzel bir armağandır, kimi zamanda güzel bir cezadır.
Aynı dünyada yaşarız ama asla aynı dünyayı yaşamayız, aynı şekilde ağlarız ama asla aynı şeye aynı yoğunlukta ağlayamayız, aynı şekilde güleriz ama asla aynı şeye aynı yoğunlukta gülemeyiz.
Aitlik: Şimdiye Yerleşebilmek
Tüm bunlar ışığında dönüp kendimize yeniden şu soruyu yöneltmeliyiz:
Yaşadığımız hayata gerçekten ait miyiz?
Aitlik sabit bir mekâna, bir zamana ya da toplumsal role indirgenmeye çalışılsa da dışsal olarak bize sunulan kimlik dışında içsel bir inşaya çağrıda bulunmaya çalışıyorum. İnsanı geçmiş ve geleceğe uzanan tasarı sınırından kurtarıp şimdiyi düşünmesine davet ediyorum. Geçmiş deneyimlerimize ait benliğimizde takılı kalırsak, yaşanmış olan yaşanmakta olanın yerini alır; öte yandan geleceği yaşanmışlara dair bir hak ediş olarak görmek, insanı bir tür ödül-ceza sistemine hapseder. Bu durumda insan kendi yaşamında şimdiki anını layık olmayı bekleyen öteki olarak geçirir.
Bu soruya özne olarak cevap verebilmek için kendi yaşamımızda kendimize yüklediğimiz öteki etiketini kaldırmamız gerekir. Aitlik ne yalnızca hatırlamak ne de yalnızca umut etmektir; bu iki zaman boyutunu yadsımadan şimdinin bilincine yerleşebilmek — kısaca nereden geldiğimizi unutmamak, nerede olduğumuzu bilmek ve nereye yöneleceğimize karar verebilmektir.
Platon ve Sözcüklerin Yankısı
Platon (2005) der ki: “İki kişi aynı sözcükleri, aynı zamanda ve aynı yerde söylese bile, o sözcüklerin taşıdığı anlam asla aynı olmaz. Çünkü anlam, yalnızca söylenende değil, söyleyenin içsel yankısında gizlidir.”
Ben de tüm bu anlattıklarımı algıladığım kadar anlayana dek, yalnızca bildiklerimin üzerine yaşayacaklarımın hatırına yaşıyordum. Şimdi ise, geleceğe yüklediğim temelsiz ve kırılgan anlamların farkındalığıyla, bir zamanlar geç kaldığımı sandığım yere hâlâ erken varabileceğimi hissediyorum.
Artık adımlarım ne geçmişten kaçar gibi ne de gelecekte bir şeyi yakalamam gerekiyormuş gibi hızlı. Şimdinin dokusuna temas edecek yavaşlıkta. Sevginin de acının da bana ulaşma biçimi, ötekine yüklediğim anlamla şekilleniyor. Kendi kendimi nasılda ustalıkla yaraladığımı, zihnimin hangi incelikli yollarla beni kendime öteki kıldığını fark ediyorum.
Ve şimdi, bu yazının sonlarına yaklaşırken, en derin korkularımdan birini usulca karşıma oturtuyorum. Yaşlanıp zar zor yürüdüğüm hâle geldiğimde, balkonumda tek başıma oturuyor olma ihtimali artık beni korkutmuyor. Çünkü anlıyorum ki; şimdinin kıymetini ve varlığını bildiğim sürece, gelecek artık bir yük değil.
O zaman dilimindeki şimdi, şimdiki benliğimin değil, gelecekteki benliğimin meselesi olacak. Ve belki de en derin aitlik, her anı kendi yerinde ve kendi ritmiyle yaşayabilme cesaretinde saklıdır.