İçinde yaşadığımız toplumun bize erken yaşlardan itibaren öğrettiği şeylerden biridir “Güçlü ol!”.
Ama bu sözün anlamı zamanla değişti. Eskiden tıpkı yalın hâlinin işaret ettiği gibi hayatta kalmakla, direnmekle ilişkiliyken; bugün “hiç sarsılmamak, duygularını belli etmemek, hep işlevsel kalmak” anlamları da güçlü olmakla ilişkilendirilir hâle geldi.
Oysa insanın ruhsal yapısı, sürekli sağlam kalmaya değil; kırılma ve onarılma döngülerine göre işler.
İlla ki bir güçten ve oluştan bahsedilecekse, pekâlâ güçlü olmak evvela bunları içerir.
Diğer tarafta, güçlü görünmeke odaklandığımızda çoğu zaman kendi duygusal gerçekliğimizle bağımız kopuyor.
Bu kopukluk, bir tür içsel tükenmişliğe dönüşüyor; adı konmamış ama giderek yaygınlaşan bir ruhsal yorgunluk hâli.
Her sabah işe gidip geliyor, toplantılarda gülümsüyor, mesajlara hızlıca “iyiyim” yazıyoruz.
Sonra gece oldu mu; içimizde yorgunlukla bezeli bir sessizlik yankılanır oluyor: Başka bir deyişle, işlevselliğini koruyan ama içsel olarak çökmüş bir benlik.
Toplum, hâlâ zayıf görünmeyi utançla eşleştiriyor.
Bu yüzden insanlar duygusal acılarını görünmez kılmak için güçlü görünme zırhı kuşanıyor.
Ancak bu zırh, bir süre sonra nefes almayı zorlaştıran bir kabuğa dönüşüyor.
Sahte Kendilik ve Güçlü Görünme İlişkisi
Psikanalist Donald Winnicott, bireyin çevresine uyum sağlamak için geliştirdiği false self (sahte kendilik) kavramını bu dinamiği anlamak için mükemmel bir çerçeve olarak sunar.
Çocuk, çevresinin duygusal ihtiyaçlarını sezerek kendi iç dünyasını bastırır ve “uyumlu” olur. Bu uyum, onu sevilir kılar; ama otantik kendiliğiyle arasına görünmez bir duvar örer.
Yetişkinlikte “güçlü görünme” çabası, tam da bu duvarın devamıdır.
İnsan, reddedilmemek için duygularını gizler; başarıyla, kontrolle ve üretkenlikle sevilmeye çalışır.
Fakat bu çaba, duygusal canlılığın bedelidir.
James F. Masterson, bunlarla kaplanmış yaşam biçimini false self adaptation olarak adlandırır.
Kişi “başarılı” görünür ama içsel olarak boşluk hisseder.
Çünkü güçlü görünmeke aşırı odaklanma ile beraber, sevilmeme korkusuyla büyüyen bir yalnızlık da nüvelenir.
Duygusal Bastırma ve Yanlış Dayanıklılık Anlayışı
Modern toplum “duygusal dayanıklılık” kavramını kutsallaştırdı.
Ama çoğu zaman bu dayanıklılık, duygusal bastırma ile karıştırılıyor.
“Toparlamak” adına ağlamamak, susmak, profesyonel kalmak, her durumda “olur böyle şeyler” diyebilmek…
Bunlar görünüşte bir olgunluk içerse de, zoraki hâle geldiğinde bir yüke, hazmedilemeyen birer meseleye dönüşmeye de gebedir.
Wilfred Bion, duyguların sindirilemediği durumlarda zihnin “düşünülmemiş düşünceler” ürettiğini söyler.
Yani kişi duygusunu hissedemediğinde bile, o duygu bedende varlığını sürdürür.
Bu nedenle kronik yorgunluk, uykusuzluk, bedensel ağrılar ya da açıklanamayan boşluk hissi, çoğu zaman sindirememe ve/veya nasıl hazmedeceğini bilememenin izleridir.
Medyada Güçlü Görünme Kültürü
Medya, güçlü görünmeki adeta bir sahne performansı hâline getirdi.
Başarı hikâyeleri, üretken sabah rutinleri, “her şey kontrolümde” duruşları…
Bu tür içerikler, zayıflık olarak addedilen hâl ve tavırları adeta sterilize edip görünmez kılıyor; içsel karmaşa ise sahne arkasına itiliyor.
Bir bakıma, kişinin artık kendi bedenine değil, kendi imajına tutunuyor oluşu demek bu.
Kaldı ki olmak ve görünmek arasındaki mesafe, kapanması güç bir şekilde artıyor böylelikle.
Bu imaj ise, başkalarının takdirine bağımlı hâle geliyor.
Ve benlik, hayal ettiği bu imajdaki görüntüsünü korumak için giderek daha fazla enerji harcıyor — öyle olmak değil, öyle görülmek için.
Sonuç ise derin bir yorgunluk, ama kimseye de gösterilemeyen bir yorgunluk.
Toplumsal Cinsiyet ve Güç Algısı
“Güçlü ol” mesajı, kadınlar ve erkekler üzerinde farklı biçimlerde tezahür ediyor.
Erkekler için güçlü olmak, duygusal ketlenmeyle; kadınlar içinse “her şeyi yetiştiren, kimseyi kırmayan” olmakla özdeşleşiyor denebilir.
Bu iki farklı ama benzer baskı, bireyi öz-şefkatten uzaklaştırıyor.
Ve nihayetinde, sürekli güçlü görünmeye çalışma hâli, duygusal sistemde bir uyuşma yaratmaya başlıyor.
Kişi artık ağlayamaz, sevinemez, şaşırmaz; çünkü duygusal kasları sürekli kasılı hâlde.
Bir noktadan sonra ilişkilerin de yüzeyselleşmesi demek bu; kimseyle tam bir duygusal temas kurulamaz olması.
Çünkü güçlü görülmeye zorlanan birey, duygusal olarak güvenli bir alanı kendine bile tanımaz olur ve yabancılaşır.
Gerçek Güç: Kırılganlık ve Psikolojik Sağlamlık
Güçsüzlük olgusu, ne yazık ki çoğu zaman utanç verici bir şey olarak da görülür.
Halbuki tam aksine; güçsüzlüğü kabul etmek, ruhsal olgunluğun bir göstergesidir.
Terapötik süreçlerde ya da güvenli ilişkilerde “dayanamıyorum” diyebilmek, savunmanın değil canlılığın işaretidir.
Kendini bırakmak, kaybolmak değildir; yeniden bulunmaktır.
Kendini korumaya değil, kendini duymaya yönelen kişi, artık görünürde değil, içsel anlamda güçlüdür.
Gerçek psikolojik sağlamlık, kırılganlığını saklamakta değil, onu dönüştürebilmekte yatar.
Sonuç: Gerçek Gücün Bedeli ve Dönüşümü
Güçlü görünmenin bedeli, içsel yalnızlıktır.
Bu yalnızlık bazen başarıyla, bazen neşeyle, bazen de “ben hallederim” cümleleriyle gizlenir.
Ama sonunda insan, duygularını bastırarak değil, onlarla temas kurarak iyileşir.
Belki de artık “ben iyiyim” demek yerine, “ben hissediyorum” demeyi öğrenmemiz gerekiyor.
Çünkü gerçek güç, duygularını saklamakta değil; onlarla kalabilme cesaretinde saklıdır.
Ve bu cesaret, her türlü maskeden çok daha değerlidir.