Cuma, Kasım 7, 2025

Haftanın En Çok Okunanları

Son Yazılar

Sylvia Plath: Kaleminin Ardındaki Çığlık

Sylvia Plath, 27 Ekim 1932’de Boston, Massachusetts’te dünyaya geldi. Babası Otto Plath Alman kökenli bir biyoloji profesörü, annesi Aurelia Plath ise İngilizce öğretmeniydi. Çocukluğundan itibaren oldukça disiplinli, düzenli ve mükemmeliyetçi bir evde büyüdü. Fakat bu görünüşteki mükemmel yapı, duygusal olarak eksik ve sevgiden yoksun bir ortamı gizliyordu.

Babası ilgisiz, sert ve otoriterdi; annesi ise mükemmeliyetçi, her şeyin en iyisini isteyen bir karaktere sahipti. Bu iki uç tutum, Sylvia’nın kişiliğinde derin izler bıraktı ve ölümüne kadar sürecek bir içsel çatışmanın temelini oluşturdu.

Henüz 8 yaşındayken, babasını diyabete bağlı komplikasyonlar nedeniyle kaybetti.
Bu kayıp, onda onarılamaz bir boşluk ve derin bir hayal kırıklığı yarattı. Babasının ölümünün ardından yazdığı ilk şiiri, onun için bir yas çalışması niteliğindeydi. Plath, daha çocuk yaşta duygularını bastırmak yerine yazıya dökmeyi öğrendi.

Mükemmeliyetçiliğin Baskısında Kalmak

Annesi Aurelia Plath, Sylvia’dan her zaman “en iyisini” bekledi. Bu beklentiyi karşılayabilmek için Plath, hayatı boyunca mükemmel olma çabasıyla yaşadı. Burslar kazandı, en prestijli okullarda okudu, sayısız başarı elde etti. Ancak hiçbir başarısı, içindeki boşluğu dolduramadı.

Bu sürekli “yetersizlik hissi”, depresyonun en belirgin bileşenlerinden biridir. American Psychiatric Association’a (2022) göre, bu tür duygular bireyin benlik saygısında kalıcı yaralar açar. Plath için başarı, hiçbir zaman huzurun ya da mutluluğun karşılığı olmadı;
ne kadar yükseldiyse, o kadar yalnızlaştı.

Sylvia Plath, öfkeli, kırılgan ve duygusal olarak dengesiz bir kadındı. Annesine yazdığı yüzlerce mektup ve babasına adadığı şiirler, onun iç dünyasındaki bu karmaşayı gözler önüne serer. Sanat, onun için bir sığınaktı; fakat aynı zamanda suçluluk duygusunu da artıran bir aynaya dönüştü.

Üniversite yıllarında yoğun depresif belirtiler gösteren Plath, ilk intihar girişiminde bulundu. Bu olayın ardından bir psikiyatri kliniğine yatırıldı ve o dönemde yaygın olan elektroşok tedavisi (ECT) uygulandı. Bu deneyim, onda derin bir korku ve travma yarattı.

Daha sonra yazdığı “Sırça Fanus” (The Bell Jar) romanında bu dönemi, “cam fanusun içinde boğulmak” metaforuyla sembolleştirdi.

Aşk Ve Yalnızlık

Cambridge’de tanıştığı İngiliz şair Ted Hughes, Sylvia Plath’in hayatında bir dönüm noktası oldu. Tutkulu başlayan bu ilişki, zamanla yıpratıcı ve ruhsal olarak yıkıcı bir hâl aldı Evliliğin ilk dönemlerinde yaşam enerjisini yeniden bulmuş görünse de, ilişkideki çatışmalar ve annelik sorumluluğunun getirdiği yalnızlık hissi, depresyonunu yeniden tetikledi.

Hughes’un ihanetini öğrenmesi, güven duygusunu tamamen sarstı. Evlilik, annelik ve yazma baskısı birleşince, Plath’in iç dünyasında kapanan bir çember oluştu. Ted Hughes, onun için bir anlamda “eksik baba figürü”nün yerine geçmişti. Bir yandan onu ilham kaynağı olarak görürken, diğer yandan babasının gölgesinden kurtulamıyordu.

Bu karmaşık duygular şiirlerine de yansıdı. Bir şiirinde evini, “içinde canlı gömüldüğü bir mezara” benzetti. “Bu duvarlar nefes alıyor, beni yutuyorlar,” dizesi, yalnızca evliliğinin değil, kendi zihninin de mahkûmu olduğunu anlatır.

Tükenmiş İnsan Ve Şefkatli Anne

İlk intihar girişiminden sonra karanlığa bir kez daha sürüklenen Sylvia Plath, bu kez ölüm isteğini gerçekleştirdi. 11 Şubat 1963 sabahı, Londra’daki evinde yaşamına son verdiğinde yalnızca 30 yaşındaydı. Çocuklarının zarar görmemesi için kapıları dikkatle kapatmış, kahvaltılarını hazırlamıştı. Bu son davranışı, bir annenin şefkatiyle bir insanın çaresizliği ve tükenmişliğinin kesişimiydi.

Plath’ın ölümü, depresyona karşı bir yenilgi değil; psikolojik açıdan derin bir umutsuzluğun dışavurumu olarak değerlendirilmelidir.

Depresyonun sessizliği, onun ölümünden sonra şiirlerinde yankılanan bir çığlığa dönüştü. Plath sessizce gitti; fakat geride bıraktığı şiirleri ve romanıyla, milyonlarca insanın iç dünyasına ışık tutacak bir miras bıraktı.

Sylvia Plath’in Ardında Bıraktığı Psikolojik Miras

Sylvia Plath, yalnızca bir şair değil; aynı zamanda melankolinin, yaratıcılığın ve kadın kimliğinin çatışmasını temsil eden bir figürdür. Onun yaşamı, sanat ve psikoloji arasındaki kırılgan dengeyi gözler önüne serer.

Yalom’un ifade ettiği gibi, insanın varoluşu acı ve anlam arayışıyla iç içedir. Plath’in kalemindeki çığlık, yalnızca kendi ruhunun değil, insanlığın kırılgan tarafının yankısıdır.

Kaynakça

  • American Psychiatric Association. (2022). Diagnostic and Statistical Manual of Mental Disorders (5th ed., Text Rev.).

  • Poetry Foundation. (n.d.). Sylvia Plath Biography.

  • Gill, J. (2008). The Cambridge Introduction to Sylvia Plath. Cambridge University Press.

  • Van Dyne, S. R. (1993). Revising Life: Sylvia Plath’s Ariel Poems. University of North Carolina Press.

  • Erdem, A. (2020). “Sanat ve Melankoli: Yaratıcılığın Karanlık Yüzü.” Psikoloji ve Edebiyat Dergisi, 12(2), 45–57.

  • Yalom, I. D. (2008). Varoluşçu Psikoterapi. Kabalcı Yayınları.

  • Wikipedia: Sylvia Plath

  • YouTube: Sylvia Plath Documentary

Zeynep Nur Seylan
Zeynep Nur Seylan
Zeynep, Rumeli Üniversitesi İngilizce Psikoloji bölümünde tam burslu olarak eğitimine devam etmektedir. Küçüklüğünden beri yazmaya ve psikolojiye ilgi duymakta olup, bu tutkusunu psikoloji alanında içerikler üreterek sürdürmektedir. Psikoloji alanında kendini geliştirmek amacıyla çeşitli kitaplar okumakta, sertifikalı seminerlere katılmakta ve edindiği bilgileri derleyerek psikolojik hastalıklar üzerine blog yazıları yazmaktadır. Girişimci Psikologlar Derneği’nde (GİPDER) blog yazarı olarak görev almakta ve Psychology Times Türkiye’de yazar olarak yer almaktadır. Bilimsel kaynaklardan edindiği bilgileri anlaşılır bir dille okuyuculara aktarmayı amaçlamakta olup, psikoloji alanındaki bilgi birikimini artırarak kendini olabildiğince geliştirerek klinik psikoloji alanında iyi bir yere ulaşmayı hedeflemektedir.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Popüler Yazılar